May 2011
Pulmonary Involvement in Rheumatic Diseases: HRCT Findings
İbrahim Tekeoğlu 1, Özcan Hız 1, Bülent Özbay 2, Murat Toprak 1, Serhat Avcu 3
1 Fiziksel Tıp Ve Rehabilitasyon AD, 2 Göğüs Hastalıkları AD, 3 Radyodiagnostik AD, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi, Van, Türkiye
DOI: 10.4328/JCAM.276 Received: 05.05.2010 Accepted: 21.05.2010 Printed: 01.05.2011 J Clin Anal Med 2011;2(2):36-9
Corresponding Author: Özcan Hız, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Ana Bilim Dalı, Van, Türkiye.GSM: 05053696340 · E-mail: ozcanhiz@gmail.com
Aim: Systemic rheumatic disease (SRD) may affect all the components of the pulmonary system. This study was designed to investigate the frequency and pattern of pulmonary involvement of systemic collagen tissue diseases.
Material and Methods: A total of 128 patients -44 with rheumatoid arthritis (RA), 8 with giant cell arteritis, 14 with systemic lupus erythematosus (SLE), 8 with juvenile chronic arthritis, 24 with ankylosing spondylitis (AS), 6 with scleroderma, 12 with Behcet’s disease, 4 with mixed connective tissue disease (MCTD), 4 with polymyositis and 4 with dermatomyositis- who had presented to the Department of Physical Medicine and Rehabilitation/Rheumatology between January 2007 and December 2008 were included in the study. All the patients were informed about the study in detail and all gave written consent before enrollment. HRCT was performed in all patients.
Results: Pulmonary involvement was detected in 21 patients with RA (48%), in 8 patients with SLE (57%), in 16 patients with AS (67%), in 4 patients with scleroderma (67%), and in 4 patients with MCTD (50%). No pulmonary involvement was observed in patients with Behçet’s disease, polymyositis and dermatomyositis.
Conclusions: Our results suggest that patients with SRD may present with pulmonary involvement in varying degrees. Pulmonary symptoms may be underdiagnosed due to limited capacity of exercise secondary to musculoskeletal involvement. Therefore, a routine pulmonary X-ray should be performed in the process of the diagnosis and prior to treatment, even in the lack of complaints suggesting pulmonary involvement. Further investigations including HRCT should be performed if needed.
Keywords: Rheumatic Diseases, Lung Diseases, Tomography.
Giriş
Sistemik romatizmal hastalıklarda (SRH) plevra ve akciğer komplikasyonları arasında solunum kasları, plevra, akciğer parankimi, hava yolları, interstisium ve kan damarlarının etkilendiği bildirilmektedir [1]. Kollajen doku hastalıklarıyla eş zamanlı akciğer tutulumu olabileceği gibi bazen hastalığın tipik görünümünden önce de akciğer tutulumu olabilmektedir [1]. Ayrıca SRH’de kullanılan sitotoksik ajanlar intertisyel reaksiyon-lara neden olabilmektedir. Bu ilaçlar primer olarak kollajen doku hastalıklarının yapmış olduğu intertisyel inflamasyondan ayırt edilemeyen tutulumlar yapabilmektedir [2, 3]. SRH’de akciğer komplikasyonlarının prevalansı kesin belirlenmiş değildir ve tutulum sıklığı yapılan ileri tetkik yöntemine bağlı olarak farklı oranda bulunabilmektedir. Akciğer tutulumunda optimal tedavi ve takip ilkeleri de aynı şekilde kesin olarak tanımlanmış değildir. SRH’de akciğer tutulumu tek bir formda olmayıp akciğerin değişik komponentlerinin tutulumu bir arada görülebilmektedir [4] (Tablo 1). SRH’de değişik tipte akciğer tutulumları görülebilmektedir (Tablo 2). Akciğer önemli bir fonksiyonel reserve sahip olduğu için solunum sıkıntısı gibi klinik bulgular hastalığın ileriki dönemlerinde ortaya çıkmaktadır [5]. Plevral efüzyonlu veya efüzyonsuz plöritis romatoid artrit veya sistemik lupus eritematozusun (SLE) habercisi olabilir. Siklero-dermada intertisiyel akciğer hastalığının premortem % 60, post-mortem dönemde ise % 100 vakada görüldüğü bildirilmiştir [3]. Sistemik bağ doku hastalıklarında (SBDH) komplikasyon olarak pulmoner vaskülit gelişebilmektedir. Ancak Wegener Granülo-matozu (WG), Dev Hücreli Arteriti (DHA), Takayasu arteriti ve Churg Strauss Sendromu gibi sistemik vaskülitlerde granüloma-toz vaskülit gelişmekte ve akciğer tutulumu yapabilmektedir. Bu hastalıklar genelde büyük ve orta çaplı damarları etkilemekte-dirler. WG’de akciğer tutulumu % 75-90 oranda görülmektedir. Takayasu Arteriti pulmoner arter obstrüksiyonu yapabilmekte-dir. DHA’da ise akciğer tutulumu nadiren görülmektedir [6]. BT direkt grafilere kıyasla diğer yapıların süperpozisyonunu engelleyerek parenkimal patolojilerin görüntülenmesinde daha iyi sonuçlar veren bir görüntüleme yöntemidir. BT tekniğinin in-vazif olmaması ve tüm akciğeri değerlendirme imkanı vermesi avantajıdır. Bu nedenle romatizmal hastalıklara bağlı gelişen akciğer patolojileri göstermede BT ile akciğer parankimine ait tatminkar veriler elde edilse bile parenkimal detayın optimum değerlendirilebilmesi için yüksek rezolüsyonlu BT tekniğinin kullanılması önerilmektedir [7].Bu çalışmanın amacı bir yıllık bir süre içinde kliniğimize başvuran değişik sistemik bağ dokusu hastalarında akciğer tutulumunun şeklini ve sıklığını radyolojik olarak ortaya koymaktır.
Gereç ve Yöntemler
Bu çalışma Ocak 2007 – Aralık 2008 tarihleri arasında bir üni-versite hastanesinin Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Anabilim Dalı/Romatoloji Bilim Dalı’na başvuran romatolojik hastalar üzerinde yapıldı. Kliniğimize müracat eden ve sistemik bağ doku hastalığı tanısı alan hastalara çalışma hakkında bilgi verildi ve gönüllü olan 128 hasta çalışmaya alındı. Geçirilmiş akciğer hastalığı (tüberküloz, bronşektazi, kronik obstrüktif akciğer hastalığı ve malign hastalıklar ) ve sigara alışkanlığı olanlar çalışma dışında bırakıldı. Olgulara yüksek rezolüsyonlu komputerize tomografi (HRCT) tetkikleri yapılarak akciğer bulguları incelendi. Plevral tutulum (plevral kalınlaşma, plevral efüzyon), interstisiyel tutulum (sep-tal kalınlaşma, hava hapsi ve mozaik görünüm, bül, parankimal bant, subplevral körvilineer çizgi, bronş duvarı kalınlaşması, buzlu cam görünümü, sentrilobüler opasiteler, konsolidasyon, balpeteği görünümü), nodül ve amfizematöz değişiklikler araştırıldı. Radyolojik değerlendirme aynı radyolog tarafından yapıldı. Veriler SPSS programı versiyon 16.0 ile değerlendirildi. Sonuçlar ortalama ve yüzde olarak verildi.
Bulgular
Çalışmaya alınan 128 SRH’li olgunun 49’unda akciğer tutulumu saptandı. Akciğer tutulumlu olguların hastalıklara göre dağılımı ve akciğer tutulum yüzdeleri tablo 3’te verilmiştir.Çalışmaya alınan 128 hastanın 44’ü RA (32 Kadın, 12 Erkek) idi. 23 hastanın HRCT’si normaldi. Romatoid Artritli (RA) 21 hastanın HRCT’sinde kronik intertisyel hastalık saptandı. Bu hastalardan birinin akciğer grafisindeki atılmış pamuk manzarası (Resim 1), HRCT’de intertisyel akciğer hastalığı ve alveoler mikrolitiyazis (Resim 2) tespit edildi. 14 SLE hastasının (12 Kadın, 2 Erkek) 6’sında HRCT normaldi. İki hastada HRCT ile plevral kalınlaşma ve minimal efüzyon, iki hastada intertisiyel fibrozis, iki hastada soliter pulmoner nodül, iki hastada plevral efüzyon ve bilateral alt zonlarda konsolidasyon a l a n l a r ı saptandı. AS’li 24 hastanın (4 Kadın, 20 Erkek) 1 6 ’ s ı n d a HRCT’de kro-nik fibrotik değişiklikler saptandı. D i ğ e r hastaların H R C T ’ s i normaldi.Sklerodermalı 6 hastanın (6 Kadın) d ö r d ü n d e direk grafi (Resim 3) ve HRCT’de intertisiyel fibrotik değişiklikler saptandı (Resim 4). MKDH’li 4 ol-gunun (4 Kadın) birinde HRCT’de bilateral bazallerde buzlu cam manzarası, diğerinde intertisiyel akciğer hastalığı saptandı. JKA’lı 8 (3 Kadın, 5 Erkek), Polimiyozitli 4 (2 Erkek, 2 Kadın), der-matomyozitli 4 ( 1 Erkek, 3 Kadın) hastanın, 12 Behçet (2 Kadın, 10 Erkek) ve 8 dev hücreli arterit (1 Erkek, 7 Kadın) olgusunun HRCT’sinde ise tutulum saptanmadı. DHA olgularının 5’inde aort ve ana dallarını değerlendirmek amacıyla MR-anjiografi ince-lemesi gerçekleştirildi. Torakal aort anevrizması görülmedi. Radyolojik incelemelerinde akciğer tutulumu olan serimizdeki akciğer tutulum özellikleri tablo 4’te özetlenmiştir.
Tartışma
Literatürde SRH’li olgularda farklı oranlarda akciğer tutu-lumu olduğunu bildiren yayınlar vardır. Fujii ve ark. [8) yapmış oldukları bir çalışmada HRCT’de akciğer tutulumunun oranını % 50 olarak bildirilmektedir. Dawson ve ark [9]. RA’da fibroz alveolitisin önemli bir komplikasyon olduğunu kaydetmiş ve % 19 fibroz alveolitis, % 43 büllöz amfimatoz saptamışlardır. Çalışmamızda akciğer tutulumu olan olgularımızın % 48’inde HRCT’de kronik intersitisyel akciğer hastalığı tespit edildi. RA’da obliteratif bronşit, pulmoner vaskülit, pulmoner nodüller ve plev-ral efüzyonlar görülebilmektedir. Plevral efüzyonlar genelde uni-lateraldir. HRCT’de plevral efüzyon % 5 olguda görülmektedir [10]. HRCT ile RA’lı olgularımızdan birinde plevral mayi saptandı. Bu sonuç RA olgularımızda plevral efüzyonun çok düşük oranda görüldüğünü göstermektedir. Ooi ve ark. [11] SLE olgularında % 60 oranında akciğer tutulumu bildirmişlerdir. Fenlon ve ark [12] ise % 70 HRCT anormalliği, % 41 pulmoner fonksiyon anormalliği ve % 24 radyografi anormalliği saptamışlardır. SLE hastalarımızın % 57’sinde akciğer bulgusu saptandı. SLE multisistem tutulumlu otoimmün bir hastalıktır. Plevral efüzyon % 56, lupus pnomonisi % 15 oranında görülmekte ve alveolar hemoraji, pnömoni, fibrozan alveolitis daha nadir ortaya çıkmaktadır [10]. Serimizde 6 hastada plevral efüzyon (% 43) saptandı. AS’de akciğer apeksinde geç dönemde bilateral fibrotik değişiklikler görülmekte olup plevral tutulum nadirdir. % 10 olguda semptomatik aort yetmezliği gelişmektedir. Se-nocak ve ark. [13] yaptığı bir çalışmada HRCT ile % 85 oranında akciğerlerde patolojik bulgu saptamışlardır. Anki-lozan spondilitli hastalarımızın % 67’sinde akciğer tutu-lumu tespit edildi.Holzmann ve ark. [14] sklerodermada pulmoner ve ösof-agial tutulumun en sık görülen visseral organ etkileni-mi olduğunu bildirmişlerdir. Rotonda ve ark. [15] % 93 oranında akciğer tutulumu bildirmiştir. Seely ve ark. [16] bir çalışmada HRCT ile % 73 buzlu cam görünümü, % 45 bal peteği, % 55 lineer opasite ve % 64 subplevral mik-ronodül saptamışlardır. Sklerodermalı olgularımızın % 67’sinde interstisyel akciğer hastalığı bulguları görüldü. Ikezoe ve ark. [17] dermatomiyozit olgularının % 23’ünde anormal HRCT bulguları olduğunu tespit etmişlerdir. Bizim olgularımızda ise tutulum saptanmadı. Bu sonuç olgu sayımızın yetersiz olmasına bağlanabilir.SRH’da görülen akciğer tutulumları ile idiopatik pulmoner fi-brosizi (İPF) ayırmak gerekmektedir. Johkoh ve ark. [18] SRH bağlı akciğer tutulumu ile İPF’yi karşılaştırmıştır. İPF’de bal peteği görünümü % 100, progressif sistemik sklerozda ise % 79 olarak bulunmuştur. Buzlu cam manzarası SRH’de % 85, İPF’de % 89 olarak bulunmuştur. Akciğer tutulumu tespit edilen hastalarımızın tümünde pulmoner fibrozis tespit edildi. Pulmo-ner fibrozisin hastalığa ya da kullanılan baz tedavi ajanlarına bağlı olabileceği düşünüldü. Akciğer tutulumu olan SLE hastalarında değişik oranlarda plev-ral kalınlaşma, plevral effüzyon, interstisyel fibrozis, pulmoner nodül ve konsolidasyon gibi bulgular saptandı. SLE grubunun % 50’sinde plevral efüzyon vardı. RA’da ise bu oran çok düşüktü. Sistemik başlangıçlı jüvenil kronik artritte (JKA) poliserozit sık görülmekte ve perikardial efüzyon genelde subklinik seyretmek-tedir [19]. Miyokardit ve perkardial tamponat ise nadir görülür. Pulmoner tutulum pnomoni, plevral efüzyon ve pulmoner fibro-zis şeklinde görülebilir. Çalışmamızdaki 8 JKA olgusunda akciğer tutulumu saptanmadı. Orta ve büyük çaplı damarları tutan sistemik vaskülit olan DHA’da akciğer tutulumu nadiren görülmektedir. DHA’da geç dönemde % 15 olguda torakal aort anevrizması gelişebilmektedir. Sekiz DHA hastasına temporal arter biyopsisi ile tanı konulmuştur. Bu olguların 5’inde aort ve ana dallarına MRG anjiografi yapılmıştır. DHA olgularının hiç birinde akciğer parankimi ve torakal aort tutulumu görülmemiştir.Serimizde en fazla sayıda RA hastası vardı. Bunu sırasıyla AS, SLE, BH, DHA, JKA skleroderma, DM ve PM hastaları takip etme-kteydi. RA ve SLE olgularının bulguları literatürle uyumluydu.SonuçSRH’li olguların yaklaşık olarak yarısında akciğer tutulumu görülebilmektedir. Plevral efüzyon SLE’de, pulmoner fibrozis RA’da daha sık görülmektedir. Pulmoner fibrozis hastalığa bağlı olabildiği gibi tedavide kullanılan baz tedavi ajanlarına da bağlı gelişmiş olabilir. Biz çalışmamızda hasta yaşı, hastalık süresi ve kullanılan ilaçlarla akciğer tutulumu arasındaki ilişkiye bakmadık. Çünkü bazı hastalıklardaki hasta sayısı istatistiksel veri elde et-mek için yetersizdi. Ancak çalışmamızdaki bu kısıtlılıkları orta-dan kaldırmak için daha geniş hasta serilerinde ve uzun süre takipli çalışmalara ihtiyaç vardır. Solunum sistemi tutulumu hastanın yaşam kalitesini ve hastalığın prognozunu etkileyen önemli bir faktördür. Bu neden-le hastalık süreci içinde solunum sistemi tutulumuna etki eden faktörlerin bilinmesi ve pulmoner tutulumun erken tanınması önem arzeder. Bu nedenle hastalık başlangıcında ve takipler-inde SRH hastalarının pulmoner tutulum yönünden mutlaka değerlendirilmelidir. Tedavi başlangıcında PA akciğer grafisi ile değerlendirme yapılmalıdır. Gerekli görülen olgular HRCT ile değerlendirilmelidir.
Kaynaklar
1. Salaffi F, Carotti M, Baldelli S, et al. Subclinical intertitial lung involvement in rheumatic diseases. Cooelation of high resolution computerized tomography and functional and cyto-logic findings. Radiol Med 1999; 97(1-2):33-41
2. King TE, Cherniacle RM, Schuver MI. The lung and connec-tive tissue diseases. Eds: Murray JA and Nadel JA: Respiratory medicine. Second edition WB. Saunders company, 1994, Phila-delphia p:1850-1872.
3. Green RJ, Ruoss SS, Kraft SA, et al. Pulmonary capillaritis and alveolar haemorahage. Update on diagnosis and manage-ment. Chest. 1996; 110(5): 1305-16.
4. Uzun K. Romatizmal hastalıklarda akciğer tutulumu. Ed; Gök-soy T. Romatizmal hastalıkların tanı ve tedavisi. Yüce yayınları, 2002, İstanbul, p: 340-351.
5. Bois RM, Wells AU. The Lung in Rheumatic Diseases in Rheu-matology, Ed’s: Hochberg MC, Silman AJ, Smolen SJ, Weinblat EM, Weisman HM. Mosby 2003, pp.315-324.
6. Schwartz IM. Pulmonary Vasculitis and Hemorrhage in Com-prehensive Respiratory Medicine. Ed’s: Albert KR. Mosby 1999. Ch 53, pp: 52-10.
7. Tuncel E: Diyagnostik Radyoloji. Taş kitapçılık ve Yayıncılık, İstanbul,2: 216-220, 1989
8. Fujii M, Adachi S, Shimizu T, et al. Intertitial lung disease in rheumatoid arthritis:assessment with high-resolution com-puted tomography. J Thorac Imaging. 1993; 8(1):54-62.
9. Dawson JK, Fewins HE, Desmond J, et al. Fibrosing alveoli-tis in patients with rheumatoid arthritis as assessed by high resolution computed tomography, chest radiography, and pul-monary function tests. Thorax. 2001 Aug;56(8):622-7.
10. Stirling RG, Bois RM. Connective Tissue Disorders in Com-prehensive Respiratory Medicine. Ed’s: Albert KR. Mosby 1999. Ch 53, pp: 53-1- 53-14
11. Ooi GC, Ngan H, Peh WC, et al. Systemic lupus erythema-tosus patients with respiratory symptoms:the value of HRCT. Clin Radiol. 1997;52(10):775-81.
12. Fenlon HM, Doran M, Sant SM, Breatnach E. High-reso-lution chest CT in systemic lupus erythematosus. AJR Am J Roentgenol. 1996;166(2):301-7.
13. Senocak O, Manisalı M, Ozaksoy D, et al. Lung parenchyma changes in ankylosing spondylitis:demonstration with high resolution CT and correlation with disease duration. Eur J Ra-diol. 2003;45(2):117-22.
14. Holzmann H, Jacobi V, Werner RJ, Stahl E. Lung manifes-tion of progressive systemic scleroderma.Computerized tomo-graphic findings. Hautarzt. 1994;45(7):471-5.
15. Rotondo A, Grassi R, Catalano O, et al. Lung intertitial disease in systemic sclerosis semiologic characteristics with high-resolutio computerized tomography and comparison with other methods. Radiol Med. 1993;86(3):213-9.
16. Seely JM, Jones LT, Wallace C, et al. Systemic sclerosis:using high-resolution CT detect lung disease in children. AJR Am J Roentgenol. 1998;170(3):691-7.
17. Ikezoe J, Johkoh T, Kohno N, et al. High-resolution CT find-ings of lung disease in patients with polymyositis and der-matomyositis. J Thorac Imaging. 1996;11(4):250-9.
18. Johkoh T, Ikezoe J, Kohno N, et al. High-resolution CT and pulmonary function tests in collagen vascular disease:comparison with idiopathic pulmonary fibrosis. Eur J Radiol. 1994;18(2):113-21.
19. White HP. Clinical Feathures of Juvenile Rheumatoid Arthri-tis in Rheumatology, Ed’s:.Hochberg MC, Silman AJ, Smolen SJ, Weinblat EM, Weisman HM. Mosby 2003, pp.959-974.
Download attachments: KATD-276.pdf
Ibrahim Tekeoglu, Ozcan Hiz, Bulent Ozbay, Murat Toprak, Serhat Avcu. Pulmonary Involvement in Rheumatic Diseases: HRCT Findings. J Clin Anal Med. 2011;2(2):36-39
Citations in Google Scholar: Google Scholar
This work is licensed under a Creative Commons Attribution 4.0 International License. To view a copy of the license, visit https://creativecommons.org/licenses/by-nc/4.0/
Clinical and Laboratory Evaluation of Anti-Microbial Efficacy of Photocatalysts
Berkant Özpolat 1, Tarık Çavuşoğlu 2, Seyhan Yılmaz 3, Ünase Büyükkoçak 4, Serdar Günaydın 3
1 Göğüs Cerrahisi AD, 2 Plastik ve Rekonstrüktif Cerrahi AD, 3 Kalp Damar Cerrahisi AD, 4 Anesteziyoloji ve Reanimasyon AD, Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kırıkkale, Türkiye
DOI: 10.4328/JCAM.262 Received: 24.04.2010 Accepted:19.05.2010 Printed: 01.05.2011 J Clin Anal Med 2011;2(2):32-5
Corresponding Author: Serdar Günaydın, Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kalp Damar Cerrahisi AD, Fabrikalar Mah. Kırıkkale, Türkiye. Phone: +903182252485 Faks: +903182240786 E-mail: sgunaydin@isnet.net.tr
Aim: This study aims at investigating and testing the tentative antimicrobial efficacy; in vitro and in- hospital applications of apatite coated ferrum titanate which is one of the new generation photocatalysts.
Material and Methods: 30 sterile petri dishes were kept under florescent light for 4 days following the application of 20 ppm apatite coated ferrum titanate aerosol. 0.5 McFarland (1.5X108 CFU/mL -CFU=colony forming unit) Pseudomonas aeruginosa and 0.5 McFarland Acinetobacter baumannii were cultured on 10 separate dishes. 10 unprocessed dishes were used as controls. Samples were evaluated for bacterial survival rate (CFUX100/CFU) after application. In the second step, same photocatalyst aerosol was applied as 0.012 L/m2 with the specific kit on the surfaces of different units within the hospital. Particle count was measured and compared before and one-month after the photocatalyst application by lumimeter.
Results: Bacterial survival rate was significantly lower on photocatalyst applied surfaces versus control for Pseudomonas aeruginosa after second day of application (p<0.001) (60±8% / 95±9%). This difference continued up to the 4th day gradually (3. day: 35±5% / 90±9%; 4. day:22±5% / 85±8%). Bacterial survival rate was significantly lower on photocatalyst applied surfaces versus control for Acinetobacter baumannii after the second day of application (55±7% / 87±8%) (p<0.01). This difference continued up to the 4th day gradually (3. day:40±5% / 80±8%; 4. day:15±5% / 78±7%). Particle count on photocatalyst applied surfaces diminished 97.15% in operating room, 95.61% in ICU, 98.30 in physicians’ room, 94.13% in wards and 97.04% in hospital kitchen.
Conclusions: As a result of our pioneering study on the evaluation of photocatalyst, we think that it may be one of the economic and safe alternative methods of hospital sterilization based on bactericidal and bacteriostatic efficacy confirmed in both laboratory and clinical applications.
Keywords: Titanium Dioxide, Anti-Infective Agents, Microbial Sensitivity Tests.
Giriş
Günümüzde, çöp fırınlarından çıkan dioksin, gemi boyasında kullanılan organotin bileşikleri, poliklorlu bifeniller, tarımda kullanılan kimyasallar, solventler, formaldehit, ksilol, azot ok-sitler, kükürtlü bileşikler, insektisitler ve deterjanlar artan bir ivmeyle çevre kirliliğine yol açmaktadırlar. Bu kimyasallar son derece düşük konsantrasyonlarda bile zararlı olabilecek mad-deleri içermektedirler. Söz konusu bu maddeler su, hava ve toprağı küresel düzeyde kirletmektedir ve yok edilmeleri çok zordur [1,2]. Bunların yanısıra hastane enfeksiyonları ve viral pandemiler de insan yaşamını tehdit eden önemli faktörler ha-line gelmiştir. Amerikan kaynaklı istatistiklerde yılda 1,7 milyon hastanın etkilendiği çeşitli tipteki hastane içi enfeksiyonlarda 100.000 üzerinde ölüme rastlanmakta ve ekonomik olarak 6,5 milyar dolarlık bir kayba yol açmaktadır. Söz konusu sorunlar küresel düzeyde görülmektedir ve insan varlığını tehdit eden önemli birer konu haline gelmiştir [3,4].Fotokatalizör maddeler uzunca bir zamandır tanınmakta olup, çevre temizliği ve endüstride kullanımları için çalışmalar yapılmaktadır. Fotokatalizör bir madde, ortamda ışık bulunduğunda, zararlı organik kimyasal maddeleri karbond-ioksit ve su olarak ayrıştırıp detoksifiye edebilir. Yarı iletkenler ve metal karışımlar fotokatalizör olarak kullanılmaktadır ve değerlik elektron grubu ışık enerjisine maruz kalınca uyarılırlar. Uyarılmış elektrondan gelen bu artık enerji elektronu fotokatal-izörün iletim grubuna geçirir. Böylece negatif yüklü elektron ve pozitif yüklü boşluk çiſti meydana gelir ve sonuçta fotokatalizör çok güçlü redüksiyon ve oksidasyon yeteneği kazanır. Su ve ok-sijen molekülleri, fotokatalizör etkisi ile hidroksil ve süperoksit anyonları meydana getirirler [5-7]. Fotokatalizör sistemler, çevre ve insan için zararlı olan molekül-ler üzerindeki parçalayıcı etkisinin yanında, bakteriostatik ve bakterisit etkisini de serbest oksijen radikalleri aracılığı ile yaparlar. Oksidatif radikaller, bakterilerin hücre membranında bulunan lipit ve proteinleri okside ederek hücrenin membran yapısını bozarlar ve hücrenin ölümüne sebep olurlar. Ayrıca bakteri hücresinde DNA hasarı da meydana getirirler. Oksidatif radikaller en fazla, antioksidan sistemi bulunmayan anaerob bakteriler üzerinde etkilidirler. Bu bakteriler en erken dönemde zarar görürler. Ayrıca antioksidan sistemleri sınırlı olan bakter-iler de kısa sürede zarar görür [8].En sık kullanılan ve bilinen fotokatalizör titanyum dioksittir (TiO2). TiO2’nin pigment olarak kullanılması yaygındır. Güvenlidir, toksik değildir ve büyük bir dayanıklılığa sahiptir. TiO2 in fotokatalizör olarak birçok avantajı vardır, ancak bunlar büyük bir enerjiye sahip ultraviyole ışına maruz kalmadıkları sürece işlev görme-zler. Güneş ışığında yalnızca %3~4 oranında, floresan ışıkta ise çok daha düşük oranda ultraviyole ışığı vardır. Bu nedenle, fo-tokatalizörü iç mekânlarda daha verimli olarak kullanmak için görünür ışıkta da çalışanlara ihtiyaç vardır [9]. TiO2 ve demirin birleşmesiyle oluşan düşük maliyetli, güvenli ışık fotokatalizörü; apatit kaplı demir titanat (Ca10(PO₄)₆(OH)₂+FeTiO₃) (Easycoat, Japonya) yeni kullanıma sunulmuş fotokatalizörlerden biridir.Çalışmamız apatit kaplı demir titanat uygulamasının olası anti-mikrobiyal etkinliğinin araştırılmasını, in vitro ve hastane içi uygulamalarda test edilmesini amaçlamaktadır.Yeni kuşak fotokatalizör madde laboratuar ortamında en ciddi hastane enfeksiyon etkenlerinden olan Pseudomonas aerugi-nosa ve Acinetobacter baumannii ajanlarıyla muamele edil-erek sonuçlar değerlendirilmiş; ikinci aşamada ise hastanenin steril ve non-steril alanlarına uygulama yapılarak havadaki parçacık konsantrasyonu işlem öncesi ve bir ay sonrası olarak karşılaştırılmıştır.
Gereç ve Yöntemler
Apatit kaplı demir titanat görünür ışık fotokatalizörü (Easycoat, Osaka, Japonya) Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Deneysel Araştırmalar Etik Kurulundan izin alındıktan sonra (2010-145) laboratuar koşullarında anti-mikrobiyal özellikler açısından değerlendirilmiş, ikinci aşamada ise hastanenin 5 biriminde yüzey uygulaması yapılarak öncesi ve sonrasında havadaki parçacık miktarları ölçülmüştür.
Laboratuar Değerlendirme
30 adet standart steril petri kutusu kontrol kültür örnekleri alınarak özel uygulama kitiyle buhar fazında 20 ppm apatit kaplı demir titanat uygulamasına tabi tutulduktan sonra floresan ışık altında 4 gün tutuldu. 10 kutuya 0,5 McFarland (1.5X108 CFU/mL (CFU=koloni oluşturucu birim) Pseudomonas aeruginosa, 10 kutuya 0,5 McFarland Acinetobacter baumannii ekildi. 10 kutu ise kontrol olarak saklandı. Örnekler floresan ışık altında 37°C sıcaklıkta 5 gün boyunca saklandı. Örnekler uygulama sonrası 6. saat, 12. saat, 24. saat, 36. saat, 2. gün, 3. gün ve 4. günlerde bakteriyel sağkalım oranı yönünden değerlendirildi. (Bakteriyel Sağkalım Oranı= CFUX100/CFU).
Hastane Uygulamaları
Hastanenin Göğüs Cerrahisi, Kalp ve Damar Cerrahisi ve Plas-tik Rekonstrüktif Cerrahi ortak ameliyathanesi, reanimasyon yoğun bakım, yoğun bakım doktor odası, Göğüs, Kalp ve Damar Cerrahisi servisi pansuman odası ve hastane mutfağında tüm yüzeylere özel uygulama kitiyle buhar fazında 0.012 L/m2 ap-atit kaplı demir titanat uygulaması yapıldı (Şekil 1). İşlem önc-esinde ve bir haſta sonrasında her birimde 3 noktadan kontrol kültürleri alındı. Fotokatalizör uygulamasından hemen önce ve 1 ay sonra havadaki parçacık miktarı lumimetre ile ölçülerek karşılaştırıldı (Lumitester-100, Kikkoman, Tokyo, Japonya). Her bir birimde üç referans nokta temel alınarak parçacık ölçümleri yapıldı ve ortalamaları alındı. Lumimetre’nin DNA ve AMP ölçüm duyarlılığı 4X10-12M düzeyinde sabitlenerek ortamdaki olası en küçük canlı parçacıkların test edilmesi amaçlandı [9].Veriler istatistiksel olarak değerlendirildi. Takip eden ölçümler için Varyans Analizi, gruplar arası karşılaştırma için eşleştirilmemiş t- testi kullanıldı. p<0.05 ve altı anlamlı kabul edildi.
Bulgular
Laboratuar Değerlendirme
Bakteriyel sağkalım oranları Pseudomonas aeruginosa için fo-tokatalizör kaplı yüzeylerde kontrol grubuna oranla 2. günden sonra anlamlı olarak azalmış bulundu (p<0.001) (P. Aeruginosa: %60±8 Kontrol: %95±9) (Şekil 2). Fark 4. güne kadar artarak devam etti (3. gün/%35±5 Kontrol: %90±9; 4. gün/ %22±5 Kon-trol: %85±8). Acinetobacter baumannii uygulanan yüzeylerde de bakteriyel sağkalım 2. günden sonra anlamlı olarak düşük çıktı (A. baumannii: %55±7 Kontrol: %87±8) (p<0.01) (Şekil 3). Fark 4. güne kadar artarak devam etti (3. gün/ %40±5 Kontrol: %80±8; 4. gün/ %15±5 Kontrol: %78±7).
Hastane Uygulamaları
Çalışılan ortamlardan işlem öncesi ve sonrası alınan rutin kül-türlerde herhangi bir üreme saptanmadı. Fotokatalizör kaplı yüzeylerde Göğüs Cerrahisi, Kalp ve Damar Cerrahisi ve Plastik Rekonstrüktif Cerrahi ortak ameliyathanesinde (%97.15), reani-masyon yoğun bakımda (%95.61), yoğun bakım doktor odasında (%98.3), Göğüs, Kalp ve Damar cerrahisi servisi pansuman odasında (%94.13) ve hastane mutfağında (%97.04) havadaki parçacık miktarında ileri derecede anlamlı azalma belirlendi (Tablo 1).
Tartışma
Son teknoloji fotokatalizörler ilk kuşağa kıyasla önemli farklar göstermektedirler. Gerek doğal ışık gerekse kullanılan herhan-gi bir ışık kaynağı aracılığı ile faaliyet göstermesi, kullanılan titanyum hidroksit dolgu maddesinin ürünün devamlılığını sağlaması ve dış etkenlere karşı dirençli hale getirmesi, kullanılan apatit kaplamanın nanotubüler yapısı, parçacıkların ve büyük moleküllerin ürün üzerinde yakalanmasını ve fotokataliz anında parçalanmasını sağlaması önemli kullanım üstünlükleri sağlamaktadır. Apatitin dikenli yapısı yüzeye mükemmel bir tu-tunma sağlayarak, fotokatalitik kaplama yapılmış yüzeyin uzun süre katalitik özelliğini korumasını ve reaksiyonun tamamen yüzeyde gerçekleşmesini sağlar. Bu sayede reaksiyon sırasında oluşan radikallerin ortamdaki canlılar tarafından solunmasına veya değişik yollarla vücuda temas etmesine engel olur [10].Fotokatalizör aktiviteyi gösteren temel molekül FeTiO₃ (Demir Titanat ) molekülüdür. Ortamdaki ışık enerjisini kullanan FeTiO₃ yine ortamda bulunan su (H₂O) molekülünde bulunan H atom-unu iyonize ederek su molekülünü parçalar. Böylece fotokatal-izörün bulunduğu ortamda serbest oksijen radikalleri ve iyon-ize H atomları meydana çıkar. Saniyenin 1/100 000’inden daha kısa sürede bu iyonize atom ve atom grupları tekrar birleşme ve tekrar parçalanmayı içeren bir döngü içinde, duvar yüzeyinden yukarı doğru yükselir. Süreç kaplanan yüzeyin tamamında ve yüz-eye bitişik olarak ve yüzeyden mikrometrik ölçülerden daha uzak olmayarak, ışık enerjisi mevcut olduğu sürece tekrarlanır. Bak-teriler, virüsler, mantarlar ve havada bulunan zararlı moleküller hava akımları ile ürünün kaplı bulunduğu yüzeye gider ve burada zararsız hale gelirler [11].Doğal hava sirkülasyonunun mevcut olduğu ortamlarda, mevcut organik moleküllerin parçalanması sonucu meydana gelecek olan karbon dioksit, nem ve diğer küçük moleküller zaten dış or-tama atılacağından her hangi bir ek önleme gerek olmayacaktır. Tamamen kapalı ve havalandırmanın az, organik moleküllerin fazla olduğu ortamlarda, oluşacak nem, fazla karbondioksit ve diğer küçük moleküllerin dışarı atılmasını sağlayacak, basit ve sınırlı sürelerde çalıştırılacak bir hava tahliye sistemi yararlı olacaktır [12-14].Çalışmamızda apatit kaplı demir titanat uygulamasına tabi tutulduktan sonra flore-san ışık altında 4 gün tutulan petri kaplarına yapılan ekim-lerde 2. günden sonra bakterisit etkinlik belirgin şekilde ortaya konmuştur. En sık karşılaşılan ve tedavisi oldukça güç olan iki anaerob hastane enfeksiyonu ajanı için de benzer etkinlik labo-ratuar koşullarında ortaya konmuştur. Ayrıca oluşan fotokatali-tik etkinin tek bir ajana yönelik olmadığı ortaya konarak bak-terisidal bir dirence karşı da etkin olabileceği düşünülmektedir.Hastane enfeksiyonları tüm dünyada maddi manevi kayıplarıyla giderek önemli bir sorun haline gelmiştir. Avrupa Birliğinin son araştırmalarında basit bir nazokomiyal enfeksiyonun bile orta-lama hasta yatış süresini 4 gün uzattığı ve günlük 2250 Euro ek gidere yol açtığı ortaya konmuştur [15].Ameliyathane temizliğinde kullanılan maddelerin ve tek başına ultraviyole ışığının etkinliği tartışmalıdır. Fotokatalizör uygula-malarda ise 3 yıla kadar devamlı bir koruma sağlanmakta ve ap-atit kaplama avantajıyla temizlik de oldukça kolaylaşmaktadır. Parçacık sayıcı kullanılan çalışmamızda mutlak sterilite bekle-nen hastane bölgelerinde en az 2000 ve üzeri DNA varlığı tes-pit edilmiş ve var olan sterilizasyon sistemlerinin etkin sonuçlar doğurmadığı görülmüştür. Uygulama sonucunda ilk bir ay içinde %95 ve üzeri başarı oldukça önemli bir sonuç olarak görül-mektedir. Üstelik ameliyatların pek çoğu normal ışık altında yapıldığından koruyucu etkinlik devamlı olarak 3 yıla kadar süre-bilecektir. Bu konudaki takip çalışmalarımız da sürmektedir.
Sonuç olarak fotokatalizörler kolay ve güvenli kullanımıyla nor-mal ışık altında dünyanın her yerinde kullanıma uygun yeni bir sterilizasyon teknolojisidir. Öncü değerlendirme çalışmalarından biri olan değerlendirmemiz sonucunda da gerek laboratuar gerekse klinik ortamlarda bakterisit ve bakteriostatik etkinliği or-taya konmuş ve hastane sterilizasyonunda ucuz ve güvenli bir alternatif olabileceği düşünülmüştür.
Kaynaklar
1. Taoda H. Evolving photocat-alysts. Monthly Journal of Global Environment 2007;450:104-105.
2. Chapuis Y, Klvana D, Guy C, Kirchnerova J. Photocatalytic oxidation of volatile organic compounds using fluorescent visible light. J Air Waste Manag Assoc 2002;52:845-54.
3. Pittet D, Hugonnet S, Harbarth S, Mour-ouga P, Sauvan V, Touveneau S, Perneger TV. Effectiveness of a hospital-wide programme to improve compliance with hand hygiene. Infection Control Programme. Lancet 2000; 356(9238):1307-12.
4. Kerwat K, Graf J, Wulf H. Nosocomial in-fections. Anasthesiol Intensivmed Notfallmed Schmerzther 2010;45:30-1.
5. Koseki H, Shiraishi K, Asahara T, Tsurumoto T, Shindo H, Baba K, Taoda H, Terasaki N. Pho-tocatalytic bactericidal action of fluorescent light in a titanium dioxide particle mixture: An in vitro study. Biomed Res. 2009;30:189-92.
6. Maldotti A, Andreotti L, Molinari A, Caras-siti V. Photochemically driven models of oxy-genases based on the use of iron porphyrins. J Biol Inorg Chem 1999;4:154-61.
7. Vega A, Imoberdorf GE, Keshmir M, Mohse-ni M. Novel composite photocatalyst made of TiO(2) nanoparticles. Water Sci Technol 2010;61:903-9.
8. Pan X, Medina-Ramirez I, Mernaugh R, Liu J. Nanocharacterization and bacteri-cidal performance of silver modified titania photocatalyst. Colloids Surf B Biointerfaces 2010;77:82-9.
9. Yang D, Liu H, Zheng Z, Yuan Y, Zhao JC, Waclawik ER, Ke X, Zhu H. An efficient photo-catalyst structure: TiO(2)(B) nanofibers with a shell of anatase nanocrystals. J Am Chem Soc 2009;131:17885-93.
10. Li Puma G, Bono A, Krishnaiah D, Collin JG. Preparation of titanium dioxide photocatalyst loaded onto activated carbon support using chemical vapor deposition: a review paper. J Hazard Mater 2008;157:209-19.
11. Jo WK, Kim JT.Application of visible-light photocatalysis with nitrogen-doped or unmodified titanium dioxide for control of indoor-level volatile organic compounds. J Hazard Mater 2009;164:360-6.
12. Paschoalino MP, Jardim WF. Indoor air disinfection using a polyester supported TiO2 photo-reactor. Indoor Air 2008;18:473-9.
13. Hodgson AT, Destaillats H, Sullivan DP, Fisk WJ. Performance of ultraviolet photo-catalytic oxidation for indoor air cleaning ap-plications. Indoor Air 2007;17:305-16.
14. Ohko Y, Utsumi Y, Niwa C, Tatsuma T, Ko-bayakawa K, Satoh Y, Kubota Y, Fujishima A. Self-sterilizing and self-cleaning of silicone catheters coated with TiO(2) photocatalyst thin films: a preclinical work. J Biomed Mater Res 2001;58:97-101.
15. Okubo T. Infection control and prevention in the operating theater. Masui 2010;59:17-24.
Download attachments: KATD-262.pdf
Berkant Ozpolat, Tarik Cavusoglu, Seyhan Yilmaz, Buyukkocak, Serdar Gunaydin. Clinical and Laboratory Evaluation of Anti-Microbial Efficacy of Photocatalysts. J Clin Anal Med. 2011;2(2):32-35
Citations in Google Scholar: Google Scholar
This work is licensed under a Creative Commons Attribution 4.0 International License. To view a copy of the license, visit https://creativecommons.org/licenses/by-nc/4.0/
Comparison the Efficacy of Four Different Alpha Blockers in the Treatment of Benign Prostatic Hyperplasia
Doğan Atılgan, Adem Yaşar, Fikret Erdemir, Bekir Süha Parlaktaş, Nihat Uluocak, Fatih Fırat
Üroloji Anabilim Dalı, Gaziosmanpaşa Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Tokat, Türkiye
DOI: 10.4328/JCAM.259 Received: 19.04.2010 Accepted: 04.05.2010 Printed: 01.05.2011 J Clin Anal Med 2011;2(2):27-31
Corresponding Author: Adem Yaşar, Gaziosmanpaşa Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Üroloji Anabilim Dalı., 60100, Merkez, Tokat, Türkiye. Phone: +905055607039 E-mail: ademyasar80@yahoo.com
Aim: Benign prostatic hyperplasia (BPH) also known as nodular hyperplasia, benign enlargement of the prostate refers to the increase in size of the prostate in middle aged and elderly men. Although four different types of specific alpha blocker have been used in the treatment of BPH it remains controversial that which alpha adrenergic blocker is effective than others. The aim of this study is to compare the efficacy of 4 different alpha blockers agents on the treatment of BPH.
Material and Methods: Between June 2005 and December 2008 a total of 135 consecutive patients with diagnosed of BPH were evaluated in our clinic. Patients were randomized into four groups according to alpha blocker types as fallows: group I, doxazosin 4 mg; group II, tamsulosin 0.4 mg; group III, terazosin 5 mg; and group IV, alfuzosin 10 mg. All patients were followed up with International Prostatic Symptom Score (IPSS), maximal urinary flow rates (Qmax) and adverse effects were determined at baseline and again at least 3 months as efficacy parameters.
Results: The mean age of the patients were 59.8±5.4 years, 58.9±6.4 years, 58.7±5.1 years, and 59.2±5.5 years in group I, group II, group III, and group IV, respectively (p>0.05). After 3 months treatment with alpha blockers the improvements in IPSS were found as 2.73, 3.73, 3.55 and 4.44 in group I, group II, group III, and group IV, respectively. Maximum urine flow rates increased as 2.81 ml/sec, 3.24 ml/sec, 3.88 ml/sec and 4.49 ml/sec in group I, group II, group III, and group IV, respectively. However, among 4 alpha blockers statistically significant difference was found only between doxazosin and alfuzosin groups according to uroflowmetry and IPSS results. According to these results, when compared adverse effect, the significant difference was observed only in tamsulosine group.
Conclusions: As a result we can say that except retrograde ejaculation in tamsulosine group, adverse effects are not different between the groups. In addition, according to IPSS and uroflowmetry results the only significant difference was found between alfuzosin and doxazosin groups.
Keywords: Benign Prostatic Hyperplasia, Treatment, Alpha Blockers, Efficacy.
Giriş
Stromal ve glandüler nodüler hiperplazi olarak adlandırılan be-nign prostat hiperplazisi (BPH) 40 yaş üzeri erkeklerde üriner sistemde taş hastalıkları ve infeksiyonlar ile birlikte en sık görülen üç patolojiden birini oluşturmaktadır [1]. İleri yaş hastalığı olarak kabul edilen BPH’ın 40 yaş öncesi oldukça nadir olduğu bildiril-irken 50-55 yaş arası görülme oranının %30-40 ve 80 yaş üzeri görülme oranının ise %80-90 arasında değiştiği bildirilmektedir [2]. Sıklığı bu kadar fazla olan BPH, kişilerin yaşam kalitelerini de bozmaktadır [3]. Benign prostat hiperplazisi tedavisinde izlem, medikal tedaviler, transüretral prostat rezeksiyonu ve termoterapi gibi minimal invaziv yaklaşımlar ile açık cerrahi yöntemler gibi yaklaşımlar bulunmaktadır. Medikal tedavi yöntemleri içerisinde prostat volümünün azaltılmasına yönelik verilen 5-alfa redüktaz inhibitörleri ile periüretral bölge ve prostat kapsülünde bulunan düz kas tonusunun azaltılması ve buna bağlı olarak semptomların gider-ilmesinin hedeflendiği alfa blokör kullanımı bulunmaktadır. Bundan başka, fitoterapötik ajanlar gibi medikal yaklaşımlar olsa da günü-müzde alfa blokörlerin dünyada BPH tedavisinde yaygın olarak kullanıldığı bilinmektedir [4]. Spesifik alfa blokör ajanlar olan al-fuzosin, tamsulosin, doksazosin ve terazosin içerisinde hangile-rinin tedavi etkinliği ve yan etki profili açısından diğerlerine göre daha avantajlı olduğu hala tartışmalı olarak kalmaktadır. Bu konuda sınırlı sayıda karşılaştırmalı çalışma olsa da bizim bilgilerimize göre Türkçe yazılan literatürde BPH tedavisinde üroloji pratiğinde rutin olarak kullanılan dört alfa blokör ajanın karşılaştırıldığı bir çalışma bulunmamaktadır. Bu çalışmada, kliniğimize depolama ve boşaltım yakınmaları ile başvuran olgular arasında yapılan değerlendirmeler sonucu BPH tanısı ile farklı alfa blokör tedavi başlanan olgularda verilen alfa blokör ajanların tedavi sonrası etkinlikleri ile yan etkilerinin karşılaştırılması amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntemler
Haziran 2005 ve Aralık 2008 tarihleri arasında sık idrara çıkma, idrar yaparken zorlanma, gece idrara çıkma, kesik kesik idrar yap-ma ve idrar kalibrasyonunda azalma gibi depolama ve boşaltım semptomları ile kliniğimize başvuran ve yapılan incelemeler sonrası BPH tanısı konulan toplam 135 olgu 4 gruba ayrılarak değerlendirildi. Buna göre grup I (n=26) doksazosin 4 mg, grup II (n=37) tamsulosin 0.4 mg, grup III (n=33) terazosin 5 mg ve grup IV’de (n=39) alfuzosin 10 mg başlanan hastalardan oluşmakta idi. Hastalar kliniğimizde ayrıntılı öykü, parmakla rektal muayeneyi de içeren fizik muayene, idrar sedimenti, idrar kültürü, serum Pros-tat Spesifik Antijen (PSA) düzeyi, idrar akım hızı, üriner sistem ultrasonografisi (USG) ve gerektiğinde üretroskopi ve sistoskopi ya da transrektal ultrasonografi (TRUS) eşliğinde yapılan prostat biyopsisi ile değerlendirildiler. Prostat semptomlarının derecesinin ortaya konulmasında Uluslararası Prostat Semptom Skalası (IPSS) kullanıldı. Hastalığın şiddetini belirlemek, tedaviye verilen yanıtı değerlendirmek ve semptomların ilerlemesini saptamak amacıyla kullanılan IPSS, Amerikan Üroloji Derneği (AUA) ve Avrupa Üroloji Derneği (EAU) tarafından önerilen en uygun skorlama yöntemi olup elde edilen skora göre 0-7 arası olanlar hafif, 8-19 arası olanlar orta ve 20-35 arası olanlarda şiddetli semptomatik hastalık olarak sınıflandırılmaktadır [5]. Hastaların cinsel işlev değerlendirilmesinde Uluslararası Erektil Fonksiyon Skalası (IIEF) kullanıldı. Uluslararası Erektil Fonksiyon Skalası, cinsel işlevsizlik nedeniyle başvuran hastalarda en yaygın kullanılan formlardan birisidir. Buna göre IIEF skoru 1-10 arası olanlar ağır, 11-16 arası olanlar orta, 17-21 arası olanlar hafif orta, 22-25 arası olanlar hafif ve 26-30 arası olanlar da normal olarak kabul edilmektedir. Çalışmaya IPPS skoru >7 olan olgular ile 50 yaş üzerindeki olgular dahil edildi. Diabetes mellitus, kronik karaciğer hastalığı ve böbrek yetmezliği gibi kronik sistemik bir hastalığı olan olgular ile psi-kiyatrik bir bozukluk nedeni ile antidepresan, anksiyolitik ve an-tipsikotik ilaç alan olgular, akut üriner infeksiyonu olanlar, üriner retansiyon öyküsü olanlar, prostat volümü 60 gr ve üzeri olan ol-gular, postmiksiyonel rezidüsü belirgin olan olgular, daha önceden herhangi bir alfa blokör kullanan olgular, 5 alfa redüktaz inhibitörü kullananlar, mesane taşı olan olgular ile daha önceden prostat cerra-hisi geçiren olgular, üretra darlığı tespit edilen olgular ve nörolojik hastalığı olan olgular çalışmaya dahil edilmediler. Hastalar tedavi-nin en az 3. ayında yaşam kalitesi, maksimum idrar akım hızı ve IPSS’de saptanan değişimler ile değerlendirildiler. Tedavi öncesi ve tedavi sonrası alfa blokörlerinin etkinliklerinin karşılaştırılmasında Anova ve Chi-square testleri kullanıldı. p<0.05 değeri istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. İstatistiksel değerlendirme SPSS 14® programı ile yapıldı.
Bulgular
Çalışmaya alınan tüm hastaların ortalama yaşı 59.1±5.9 yıl olarak saptanırken grup I, grup II, grup III ve grup IV’te yaş ortalamaları sırası ile 59.8±5.4 yıl, 58.9±6.4 yıl, 58.7±5.1 yıl ve 59.2±5.5 yıl olarak tespit edilmiş olup gruplar arasında yaş açısından istatistiksel olarak anlamlı fark olmadığı saptandı (p=0.59). Hastaların klinik ve demografik özellikleri tablo 1’de görülmektedir. Tedavi öncesi orta-lama semptom skoru grup I, grup II, grup III ve grup IV’te sırası ile 17.7, 16.9, 18.2 ve 18.3 olarak saptanırken maksimum idrar akım hızları aynı gruplar için sırası ile ortalama 14.3 ml/sn, 14.1 ml/sn, 13.8 ml/sn ve 14.3 ml/sn olarak tespit edilmiş olup her iki parametre göz önüne alındığında gruplar arasında istatis-tiksel olarak anlamlı fark olmadığı saptandı (p>0.05). Hastaların 3 aylık tedavi sonrası değerlendirilmesinde IPSS’de grup I’de 2.73, grup II’de 3.73, grup III’de 3.55 ve grup IV’te de 4.44 puanlık azalmalar olduğu tespit edildi. Genel olarak bakıldığında kullanılan alfa blokör ajanlar içerisinde en etkilisinin alfuzosin olarak görülmesine rağmen ayrıntılı değerlendirmede sadece alfuzosin ve doksa-zosin arasında farkın anlamlı olduğu anlaşılırken (p=0.02), diğer ikili karşılaştırmalarda istatistiksel olarak anlamlı farkın olmadığı saptandı. Verilen tedaviler sonrası maksimum idrar akım hızında ise grup I’de 2.81 ml/sn, grup II’de 3.24 ml/sn, grup III’de 3.88 ml/sn ve grup IV’te de 4.49 ml/sn artış saptandı. Buna göre alfuzosin ve doksazosin arasında anlamlı fark olduğu saptandı (p=0.012). Alfa blokör verilen gruplardaki tedavi sonuçlarının karşılaştırılması tab-lo 2’de görülmektedir. Libido azalması grup I, grup II, grup III ve grup IV’de sırası ile %7.7, %2.7, %9.1 ve %5.9 olarak saptanırken ejakülatör disfonksiyon oranları da sırası ile %0, %13.5, %0 ve %0 olarak saptandı. Alfa blokör verilen hastalarda ortaya çıkan cinsel fonksiyonlar ile ilgili yan etkilerin dağılımı şekil 1’de görülmektedir. Gruplar değerlendirilirken her grup için libido azalması açısından istatistiksel olarak anlamlı fark tespit edilmezken, ejakülatör dis-fonksiyon değerlendirilmesinde tamsulosinde görülen oranın diğer gruplara göre istatistiksel olarak anlamlı olacak şekilde yüksek olduğu bulundu (p=0.004). Diğer yan etkiler olarak kabul edilen baş ağrısı ve sersemlik ise grup 1, grup 2, grup 3 ve grup 4’de sırası ile %3.84, %2.7, %3.03 ve %2.56 olarak saptandı (p>0.05).
Tartışma
Prostatın hastalıkları infeksiyonlar, kanserler ve iyi huylu prostat büyümesi olarak bilinirken, BPH olarak adlandırılan iyi huylu pros-tat büyümesinin ileri yaştaki erkeklerde bu organda en sık rastlanan rahatsızlık olduğu görülmektedir [1]. Buna göre 70 yaş üzerinde her 4 erkekten birinde BPH rahatsızlığının olduğu ve 40 yaşındaki bir erkeğin BPH nedeniyle 80 yaşına kadar bu hastalıktan opere olma olasılığının %80 civarında olduğu bildirilmektedir [6,7]. Ülkemizde, Müezzinoğlu ve arkadaşlarının yaptığı bir çalışmada 40 yaş üzeri toplam 255 erkek olgunun incelenmesi sonucu BPH prevalansının %81.8 olduğu gösterilmiştir [8,9]. Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan bir başka çalışmada ise BPH görülme sıklığı araştırılmış ve görülme oranının progresif olarak arttığı ve 8. dekatta yaklaşık %50’ye kadar yükseldiği gösterilmiştir [10]. Yukarıda da belirtildiği üzere yaşla birlikte görülme oranı artan ve yüzyıllardır bilinen BPH’ın etiyolojisi ve patogenezi hala tam olarak aydınlatılamamıştır [11,12]. Benign prostat hiperplazisi, hastaların yaşam kalitelerini bozmasının yanısıra uzun dönemde tekarlayan üriner infeksiyonlar, üst üriner sistem dilatasyonu ve böbrek yetmezliği gibi patolojilere yol açması açısından da önemli klinik ve ekonomik sonuçlar içer-mektedir [13].Benign prostat hiperplazisi gelişiminde literatürde farklı teoriler ileri sürülmektedir. Buna göre androjenler, östrojenler, prolaktin, strom-al epitelyal ilişki ile testiküler ve büyüme faktörleri gibi hücresel ve doku düzeyindeki faktörler ile aile öyküsü, genetik yapı, hipertansi-yon, sigara içimi, fiziksel aktivite ve obezite gibi klinik faktörlerin BPH gelişiminde etkili olabileceği belirtilmektedir. Bu görüşler içerisinde androjenler ile stromal epitelyal ilişkinin biraz daha öne çıktığı görülmektedir [11,12,14,15]. İntrauterin dönemde 12. haf-tadan başlamak üzere testislerde leydig hücrelerinden luteinizan hormon (LH) etkisi ile kolesterolden testosteron sentezlendiği ve sentezlenen bu testosteronun prostat epitelyal hücreleri içerisine gir-erek 5-alfa redüktaz etkisi ile dihidrotestosterona dönüştükten sonra nükleusta deoksiribonükleikasit (DNA) sentezi ve hücre büyümesi-ni uyardığını biliyoruz. Bu sonuçlara göre, BPH gelişiminde di-hidrotestosteronun daha önemli olduğu bilinmektedir [11,16]. Benign prostat hiperplazisi gelişiminde iki temel mekanizma söz konusudur. Bunlardan biri statik obstrüksiyon olarak bilinen ve yukarıda belirtilen faktörlerin etkisiyle oluşan prostat kitlesinin büyümesi olarak bilinirken diğeri de prostat kapsülü, periüretral bölge ve mesane boynunda bulunan düz kasların adrenerjik aktiv-iteye ikincil ortaya çıkan kontraksiyonuna bağlı geliştiği bildirilen dinamik obstrüksiyondur [17]. Benign prostat hiperplazisinde statik obstrüksiyonun etkisi %60 iken dinamik obstrüksiyonun etkisi %40 olarak bildirilmektedir. Prostat kanseri genelde, prostatın periferal bölgesinden köken alırken, BPH’ın periüretral bölgeden kaynaklandığı bilinmektedir [11,12,18]. Prostat kapsülünde, mesane boynunda ve periüretral bölgedeki düz kaslarda alfa reseptörlerin olduğu ortaya konulmuştur. Alfa reseptörler temelde noradrenalinin kontrolündeki düz kas kontraksiyonundan sorumludurlar. Alfa blokörler, noradrenalin ile yarışmalı olarak hareket edip bu yapının alfa 1 reseptörlerle birleşmesini engelleyerek düz kas kontraksiyonunu engellemekte-dirler. Prostat büyümesine bağlı olarak söz konusu bu alfa reseptör-lerin uyarılması sonucu prostat kapsülü, mesane boynu ve periüre-tral bölgede bulunan düz kaslarda kontraksiyon meydana geldiği ve dinamik obstrüksiyona neden olduğu araştırmacılar tarafından lit-eratürde farklı çalışmalarda bildirilmiştir [19]. Düz kasların prostat kapsülünün %40 kadarını oluşturduğu ortaya konulmuştur. Bununla ilgili ilk çalışmalar 1975 yılında Caine tarafından yapılmış olup bu araştırmacı yaptığı deneysel çalışmalarda prostat kapsülündeki alfa reseptörlerin alfa agonistlerle uyarıldığını ve alfa antagonist verilm-esiyle de bu kontraksiyonların önlendiğini göstermiştir [19]. Bura-dan hareketle, alfa reseptörlerin BPH tedavisinde kullanılabileceği fikri ortaya çıkmış ve takip eden yıllarda başlangıçta spesifik olma-yan daha sonraki yıllarda da spesifik alfa reseptör blokörlerin BPH tedavisinde kullanılmaya başlandığı görülmektedir [20-22]. Alfa blokörlerin klinik kullanıma girmesiyle birlikte 1994’lü yıllarda 147 000 olan BPH tedavisine yönelik cerrahi girişim sayısının 2000’li yıllarda 88 000 civarına indiği buna karşın 1992’li yıllarda %11 olan medikal tedavi oranının da 1996 yılı ve sonrasında %53’ün üz-erine çıktığı görülmüştür [13]. Alfa blokörlerin BPH tedavisindeki kullanım endikasyonları yıllar içerisinde daha iyi ortaya konulmuş ve hangi hastaların daha çok fayda göreceği belirlenmiştir. Buna göre kesin bir değer olmamakla birlikte PSA düzeyi yüksek olmayan hastalar (<2.5 ng/ml), prostat volümü 40 cc’nin altında olanlar, hafif ya da orta derecede IPSS skoru olan olgular, işeme sonrası rezidü idrar miktarı yüksek olmayanlar ile maksimum idrar akım hızı 10 ml/sn ve üzerindeki olgular, kesin cerrahi endikasyon olarak bilinen tekrarlayan kanama, üriner infeksiyonlar ve böbrek yetmezliği gibi kriterleri taşımayan hasta grubunda alfa blokörlerin kullanımının daha etkili olacağı düşünülmektedir [24-26]. Çalışmamızdaki olguların klinik özelliklerinin de bu kriterlerle uyumlu olduğu görül-mektedir. Literatürde, BPH tedavisinde kullanılan alfa blokörlerin etkinlikleri ile ilgili çok sayıda çalışma bulunmaktadır. Buna göre, alfa blokörlerin BPH tedavisinde kullanılmaları ile %30-50 arasında semptom skorlarında azalma olduğu, idrar akım hızındaki artışın ise 1.2-2.4 ml/sn arasında bildirildiği görülmektedir [27]. Literatürde, bununla ilgili olarak geniş olgu sayısına sahip bir çalışmada, Lepor ve arkadaşları tamsulosin tedavisi alan 756 olguluk hasta grubunda tedavi sonrasında semptom skorunda azalmanın 2.8 puan olduğunu, idrar akım hızındaki artışın ise 1.3 ml/sn olduğunu bildirmişlerdir [28]. Benzer şekilde bir başka çalışmada, ortalama prostat volümü 33.5 gr ve ortalama yaşı 61.5 yıl olan toplam 30 hastanın tera-zosin tedavisi verilmesi sonrası semptom skorlarında %65 ve idrar akım hızında da 3.9 ml/sn düzelme olduğu bildirilmektedir [29]. Çalışmamızda da terazosin, alfuzosin, tamsulosin ve doksazosin gibi alfa blokör ajanların kullanılmasıyla elde edilen semptom skorlarında ve maksimum idrar akım hızlarındaki düzelmelerde de yukarıdaki sonuçlara benzer bulgular elde edilmiştir. Çalışmamızda, en yüksek düzelmenin alfuzosin kullanılmasıyla elde edildiği görül-se de bu değerlerin istatistiksel olarak sadece doksazosin kullanan grup ile anlamlı olarak farklı olduğu diğer gruplarla karşılaştırmalı sonuçlarda istatistiksel olarak anlamlı sonuçların olmadığı anlaşılmıştır. Yukarıda belirtilen şekilde alfa blokör kullanılması ile ilgili etkin sonuçların alınması için çalışmamızdaki olgularda olduğu ve literatürde tanımlandığı gibi bu ilaçların en az 4-6 hafta boyunca kullanılmaları gerekmektedir.Literatürde, alfa blokörlerin BPH tedavisinde tek başlarına kullanılmalarının kontrol gruplarıyla yapılan karşılaştırmalı sonuçlarını içeren çok sayıda çalışma olmasına rağmen alfa blokör-lerin birbirleriyle karşılaştırıldıkları çalışmaların son derece sınırlı olduğu görülmektedir. Dahası, bizim bilgilerimize göre Türkçe yazılan literatürde, BPH tedavisinde, üroloji pratiğinde sık olarak kullanılan dört farklı alfa blokör ajanla ilgili olarak bu şekilde düzenlenmiş karşılaştırmalı bir çalışmanın olmadığı görülmektedir. Literatürde Na ve arkadaşlarının BPH tanısı ile terazosin ve tam-sulosin kullanan hastaları karşılaştırdıkları bir çalışmada her iki alfa blokörün kullanılmasıyla elde edilen klinik sonuçların kontrol grubuna göre anlamlı olarak daha iyi olduğu görülmektedir. Yine bu çalışmada, tamsulosin kullanımının terazosin kullanımına göre daha etkin olduğu görülmektedir [30]. Buna karşın, farklı alfa blokörlerin karşılaştırıldığı bir başka çalışmada ise doksazosin ve terazosin arasında etkinlik açısından anlamlı fark olmadığı gösterilmiştir [31]. Yukarıdaki sonuçlar da göz önünde bulunduru-larak ürologlar arasında, dünyada standart olarak kullanılan toplam 4 spesifik alfa blokör ajan içerisinde hangi alfa blokörün daha etkin olduğu konusunda tam bir fikir birliğinin henüz net olarak ortaya konulamadığı söylenebilir. Avrupa Üroloji Derneği Kılavuzları ile AUA kılavuzlarında da bununla ilgili kanıt düzeyi yüksek random-ize klinik çalışmaların olmadığı anlaşılmaktadır. Gerçekten de lit-eratürde her 4 alfa blokörün kullanıldığı çalışmaların son derece sınırlı olduğu görülmektedir. Bununla ilgili olarak, 2004 yılında 281 olgu sayısına sahip bir çalışmada, BPH nedeniyle tedavi verilen olgular alfuzosin, doksazosin, tamsulosin ve terazosin kullananlar olmak üzere 4 gruba ayrılarak 6 ay boyunca takip edilmişlerdir. Çalışma sonunda her 4 alfa blokör kullanımının klinik etkinlik açısından istatistiksel olarak anlamsız olacak şekilde farklılık gösterdikleri anlaşılmıştır [32]. Yine Li ve arkadaşlarının 906 hasta üzerinde yaptıkları randomize, paralel kontrollü ve çok merkezli bir araştırmada terazosin, doksazosin tamsulosin, naftopidil, finasterid, epristerid ve kernilton başlanan hastalarda semptom düzelmesinin anlamlı olarak kernilton, doksazosin ve naftopidil verilenlerde daha fazla olduğu gösterilmiştir [33]. Bizim çalışmamızda ise alfuzosin ve doksazosin arasında etkinlik açısından anlamlı fark bulunmasına rağmen bu farkın örnek grup sayısındaki artış ile anlamsız hale gelebileceği ya da bu durumun çalışmamızdaki olguların demografik özelliklerinin farklı olmasıyla ilişkili olabileceği düşünülmektedir. Yine de bu konuda daha etkili ifadelerin kullanılabilmesi için kanıt düzeyi yüksek olan metanalizler ile geniş olgu sayısına sahip prospektif ve randomize çalışmaların yapılmasının gerekli olduğu söylenebilir.Benign prostat hiperplazisi tedavisinde verilen alfa blokör-lerin kullanımına bağlı olarak baş dönmesi, baş ağrısı, senkop, postüral hipotansiyon, asteni, nazal konjesyon, akomodasyon bozuklukları ve cinsel işlev bozuklukları gibi yan etkilerin %1-14 arasında görüldüğü ve bunlara bağlı olarak hastaların %1-5’inin verilen tedaviyi yarım bıraktıkları bildirilmektedir [34-36]. Dja-van ve arkadaşlarının toplam 507 olguyu içeren plasebo kontrollü çalışmaları değerlendirdikleri bir metaanalizde, sersemlik olarak bi-linen yan etkinin tamsulosin ve alfuzosin kullanan hastalarda, tera-zosin ve doksazosin kullanan hastalara göre daha az ortaya çıktığı buna karşın hemodinamik stabilitenin korunmasında alfuzosinin diğerlerinden daha güvenilir olduğu bulunmuştur [37]. Chapple ve arkadaşlarının 575 hastayı inceledikleri bir başka metaanalizde ise ilaca bağlı yan etkilerin oranı %12-13 olarak bildirilmiştir. Bu çalışmada en sık yan etkiler sersemlik (%6.2) ve ejakülasyon bozukluğu (%5.1) olarak bildirilmiştir [38]. Alfa blokörlerin kullanımına bağlı olarak görülebilen cinsel işlev bozuklukları daha çok ejakülasyon bozukluğu olarak bilinmekte-dir. Beyin ve spinal korda bulunan noradrenerjik sistem, erkeklerde cinsel işlevin düzenlenmesinden sorumludur [39]. Noradrenalin, adrenerjik reseptörlerin endojen ligandıdır ve alfa (alfa 1 ve alfa 2) reseptörler üzerinden primer antierektil nörotransmitter olarak bil-inmektedir. Alfa blokörler, noradrenalinin alfa reseptörler üzerinden gerçekleştirdiği etkileri bloke ederek cinsel işlevleri etkileyebilirler. Alfa blokörlerin, mesane boynu ve üretradaki alfa reseptörleri bloke etmesi ile retrograd ejakülasyon gelişebilmekte ya da vezikülo sem-inalis ve vaz deferensteki alfa reseptörlerin bloke olması, ejakülat transportunu bozabilmektedir. Ejakülat hacminin %70’ini oluşturan vezikülo seminaliste alfa reseptörlerin bloke olması, ejakülat hac-minde azalmaya neden olabilmektedir [40]. Cinsel fonksiyonlarla ilişkili yan etki açısından en yüksek oranın tamsulosin kullanımına bağlı olduğu görülmektedir. Hellstrom ve arkadaşlarının yaptığı bir çalışmada ejakülat hacminde azalma, alfuzosin kullanımı ile %21 oranında görülürken bu oranın tamsulosin kulanımı ile %90’ı bulduğu bildirilmektedir [41]. Çalışmamızda da tamsulosin kullanımına bağlı retrograd ejakülasyon %13.5 olarak bulunurken diğer alfa blokörlerde bu yan etkinin olmadığı görülmüştür. Tam-sulosinin neden olduğu ejakülatör disfonksiyon, doza bağlı olarak değişmektedir. Günde 0.4 mg tamsulosin kullanımı ile %8.4 olan ejakülasyon bozukluğu oranının, 0.8 mg tamsulosin kullanımı ile %18.1 oranına yükseldiği bildirilmiştir [42]. Çalışmamızda ise tamsulosin 0.4 mg olarak kullanılmıştır. Tamsulosinin ejakülatör disfonksiyon yapma sıklığı, ejakülasyonu kontrol eden periferik ve santral mekanizmalara olan etkisi ile açıklanmaktadır. Tamsu-losin, alfa 1A reseptörlerini yüksek afinite ve selektivite ile bloke etme özelliği ile prostata benzer oranda alfa 1A reseptörü içeren vezikülo seminalis kontraksiyonlarını azaltabilmektedir [43]. Tam-sulosinin etkisi vaz deferens düzeyinde de belirgindir. Kontraksi-yon stimülasyonu modelinde tamsulosinin, alfuzosinin aksine vaz deferens kontraksiyonlarını antagonize ederek kasılma ritmini bozduğu saptanmıştır [44]. Yukarıda bahsedilen periferik meka-nizmalara etkisinin yanında tamsulosin, ejakülasyonu kontrol eden santral mekanizmaları da bloke etmektedir. Buna göre 5HT-1A ve D2 reseptörlerinin ejakülasyonun santral kontrolünden sorumlu oldukları ve tamsulosin tarafından güçlü bir şekilde bloke edildikleri bildirilmiştir [45,46].Sonuç olarak, BPH tedavisinde kullanılmaya başlandıkları yıllardan itibaren cerrahi tedavi oranlarını dramatik olarak değiştirip etkin-likleri çeşitli çalışmalarda gösterilen alfa blokör ajanların alternat-iflerinin giderek genişlediği ve spesifikleştiği görülmekle birlikte tamsulosin, alfuzosin, terazosin ve doksazosin olarak bilinen spesi-fik alfa adrenerjik reseptör blokörleri içerisinde hangisinin daha et-kin olduğu konusunda tartışmalı sonuçlar olsa da ilk karşılaştırmalı sonuçlar BPH tedavisinde değişik alfa blokör kullanan gruplar arasında anlamlı fark olmadığını ortaya koymaktadır. Bu durumun kliniğe yansıması BPH tanısı ile bir alfa blokör kullanıp fayda görmeyen olgulara farklı bir alfa blokör başlanmasının etkili sonuç vermeyeceği yönündedir. Bununla birlikte klinik pratiğimizde sık olarak göz önünde bulundurduğumuz kılavuzlarda belirtilen kanıt düzeyi yüksek olarak kabul edilen başta metaanalizler olmak üzere iyi düzenlenmiş klinik çalışmalar içerisinden olgu sayısı yüksek olan randomize, çift kör, kontrollü ve plasebo çalışmaların sonuçlarının bu konuya daha fazla ışık tutacağı açıktır.
Kaynaklar
1. Özkeçeli R, Satar N, Anafarta K: Üriner sistem taş hastalığı. Bölüm 15, Temel Üroloji Kitabı. 1998:1559-604.
2. Roehrborn CG ve McConnell JD: “Etiology, pathophysiology, epidemiology, and natural history of benign prostatic hyperplasia”. In Campbell’s Urology, 2002;1297-330.
3. Schwinn Debra A, Roehrborn CG: 1-Adrenoceptor subtypes and lower urinary tract symptoms. Int J Urol. 2008;15:193-9.
4. Roehrborn CG, McConnell JD, Barry MJ: AUA guide-line on management of benign prostatic hyperplasia. J Urol. 2003;170:530-47.
5. Barry MJ, Fowler FJ, O’Leary MP, Bruskewitz RC, Holtgrewe HL, Mebust WK: The American Urological Association symptom index for benign prostatic hyper-plasia. The Measurement Committee of the American Urological Association. J Urol. 1992;148:1549-57.
6. Barry MJ: Epidemiology and natural history of benign prostatic hyperplasia. Urol Clin North Am. 1994;17:495–507.
7. Kirby RS: The natural history of benign prostatic hyperplasia: what have we learned in the last decade ? Urology. 2000;56:3–6.
8. Müezzinoğlu T, Lekili M, Gümüş B, Büyüksu C, Atabay B: Manisa İli Selçikli Köyü erkeklerinde alt üriner sistem yakınma prevelansı, prostat ağırlığı ve artık idrar ile bağlantısı: topluma dayalı çalışma. Türk Üroloji Der-gisi. 2000;26:332-8.
9. Müezzinoğlu T, Lekili M, Gümüş B, Atabay B: Manisa İli Selçikli Köyü erkeklerinde alt üriner sistem yakınma prevelansı, prostat ağırlığı ve artık idrar ile bağlantısı: topluma dayalı çalışma. Türk Üroloji Der-gisi. 2000;26:339-43.
10. McVary KT: BPH: Epidemiology and comorbidities. Am J Manag Care. 2006;12:122-8.
11. Walsh P: Epidemiology, Etiology, pathophsiol-ogy and diagnosis of benign prostatic hyperplasia, in Campbell’s Urology, R. Walsh, Vaughan, Wein: Editor. 1998:1429-52.
12. Akdaş A, Çam H, Özveri H: Benign Prostat Hiper-plazisi, Temel Üroloji, Anafarta K, Editors. 1998:833-53.
13. Wei JT, Calhoun E, Jacobsen SJ: Urologic diseases in America project: benign prostatic hyperplasia. J Urol. 2005;173:1256-61.
14. Dai WS, Gutai JP, Kuller LH, Cauley JA: Cigarette smoking and serum hormones in men. Am J Epidemiol. 1988;128:796-805.
15. Chopra IJ, Tulchinsky D, Greenway FL: Estrogen-androgen imbalance in hepatic cirrhosis. Ann Intern Med. 1973;79:198-203.
16. Husmann DA, Wilson CM, McPhaul MJ, Tilley WD, Wilson JD: Antipeptide antibodies to two distinct re-gions of androgen receptor localize the receptor pro-tein to the nuclei of target cells in the rat and human prostate. Endocrinology. 1990;126:2359-68.
17. Mudiyala R, Ahmed A: Effect of terazosin on clinical benign prostatic hyperplasia in older adults. Division of gerontology and geriatric medicine, School of Medi-cine, University of Alabama of Birmingham, USA. J Am Geriatr Soc. 2003;51:424-6.
18. McNeal J., Pathology of benign prostatic hy-perplasia: Insight into etiology. Urol Clin North Am. 1990;17:477-86.
19. Caine M: Alpha-adrenergic blockers for the treat-ment of benign prostatic hyperplasia. Urol Clin North Am. 1990;17:641-9.
20. Abrams P, Hollister P, Lawrence J, Doyle PT, Sherwood T, Whitaker RH: Bladder outflow obstruc-tion treated with phenoxybenzamine. Br J Urol. 1982;54:530.
21. Caine M, Perlberg S, Shapiro A: Phenoxybenzamine for benign prostatic obstruction; Review of 200 cases. Urology. 1981;17:542-6.
22. Samli MM, Dincel C: Terazosin and doxazosin in the treatment of BPH: results of a randomized study with crossover in non-responders. Urol Int. 2004;73:125-9
23. Borth CS, Beiko DT, Nickel JC: Impact of medical therapy on transurethral resection of the prostate: a decade of change. Urology. 2001;57:1082-5.
24. Fitzpatrick JM, Dreikorn K, Khovry S: The medical management of BPH with agents other than hormones or alpha-blockers. Proceedings of the 2nd Internation-al Consuitation on Benign Prostatic Hyperplasia (BPH) (Cockett ATK, Aso Y, Chatelain C.) Jersey Scientific Communication International. 443, 1993.
25. Andersen JT: Prostatism. III. Detrusor hyperreflexia and residual urine. Clinical and urodynamic aspects and the influence of surgery on the prostate. Scand J Urol Nephrol. 1982;16:25-30.
26. Anikwe RM: Patterns of urinary flow in benign pros-tatic hyperplasia. Int Surg. 1976;61:433-6.
27. Emberton M, Zinner N, Michel MC, Gittelman M, Chung MK, Madersbacher S: Managing the progres-sion of lower urinary tract symptoms/benign prostatic hyperplasia: therapeutic options for the man at risk. BJU Int. 2007;100:249-53.
28. Lepor H: Phase III multicenter placebo-controlled study of tamsulosin in benign prostatic hyperplasia. Tamsulosin Investigator Group. Urology. 1998;51:892-900.
29. Kiper A, İmamoğlu A, Tuygun C, Gücük A: Benign prostat hiperpalzisinin semptomatik tedavisinde tera-zosinin etkinliği ve güvenirliği. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Mecmuası. 56;3,2003:165-70.
30. Na YJ, Guo YL, Gu FL: Clinical comparison of selec-tive and non-selective alpha 1A-adrenoceptor antago-nists for bladder outlet obstruction associated with benign prostatic hyperplasia: studies on tamsulosin and terazosin in Chinese patients. The Chinese Tamsu-losin Study Group. J Med. 1998;29:289-304.
31. Öztürk U, Eroğlu M, Tuygun C, İmamoğlu A, Kiper A: Benign Prostat Hiperplazisinin Semptomatik Teda-visinde Doksazosin ve Terazosinin Etkinlik ve Yan Etki Karşılaştırması. İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Der-gisi. 2005;12:11-14.
32. Bozlu M, Ulusoy E, Cayan S, Akbay E, Görür S, Ak-bay E: A comparison of four different alpha1-blockers in benign prostatic hyperplasia patients with and with-out diabetes. Scand J Urol Nephrol. 2004;38:391-5.
33. Li NC, Wu SL, Jin J, Qiu SP, Kong CZ, Song YS, Ye ZQ, Sun G, Sun YH, Sun YC, Wang XF, Na YQ: Comparison of different drugs on the treatment of benign prostate hyperplasia. Zhonghua Wai Ke Za Zhi. 2007;15;45:947-50.
34. Chute CG, Panser LA, Girman CJ: The prevalence of prostatism: a population-based survey of urinary symptoms. J Urol. 1993;150:85–9.
35. Lowe F: Alpha 1-adrenoceptor blockade in the treatment of benign prostatic hyperplasia. Prostatic Disease. 1999;2:110-9.
36. MacDonald R and Wilt TJ. Alfuzosin for treatment of lower urinary tract symptoms compatible with benign prostatic hyperplasia: A systematic review of efficacy and adverse effects. Adult Urology. 2005;66:780-8.
37. Djavan B, Marberger M: A meta-analysis on the efficacy and tolerability of α1-adrenoceptor antago-nists in patients with lower urinary tract symptoms suggestive of benign prostatic obstruction. Eur Urol. 1999;36:1-13.
38. Chapple CR, Wyndaele JJ, Nordling J, Boeminghaus F, Abrams P: Tamsulosin, the first prostate-selective α1a-adrenoceptor antagonist. Eur Urol. 1996;29:155-67.
39. Andersson KE, Hedlund P, Alm P: Symphatetic pathways and adrenergic innervation of the penis. Int J Impot Res. 2000;12:1-8.
40. Mann T, Lutwak Mann C: Male reproductive func-tion and semen. Berlin: Springer-Verlag 1981;1:171-93.
41. Hellstrom WJG, Sika SC: Effects of Acute Treatment With Tamsulosin Versus Alfuzosin on Ejaculatory Func-tion in Normal Volunteers. J Urol. 2006;176:1529-33.
42. Narayan P, Lepor H: Long Term, open–label phase III multicenter Study of tamsulosin in benign prostatic hyperplasia. Urology. 2001;57:466-70.
43. Giuliano F, Bernabe J, Droupy S: A comparison of the effects of tamsulosin and alfuzosin on neurally evoked increases in bladder neck and seminal vesicle pressure in rats, BJU Int. 2004;93:605-8.
44. Tambaro S, Ruiu S, Dessi C: Evaluation of tam-sulosin and alfuzosin activity in the rat vas deferens: Relevance to ejaculation delays. J Pharmacol Exp Ther. 2005;312:710-7.
45. Pulito V, Li X, Varga SS: An investigation of the uro-selective properties of four novel alpha 1a-adrenergic receptor subtype-selective antagonists. J Pharmacol Exp Ther. 2000;294:224-9.
46. Andersson KE, Willie MG: Ejaculatory dysfunc-tion: Why all the alpha-blockers are not equal. BJU Int. 2003;92:876.
Download attachments: KATD-259.pdf
Dogan Atilgan, Adem Yasar, Fikret Erdemir, Parlaktas, Nihat Uluocak, Fatih Firat. Comparison the Efficacy of Four Different Alpha Blockers in the Treatment of Benign Prostatic Hyperplasia. J Clin Anal Med. 2011;2(2):27-31
Citations in Google Scholar: Google Scholar
This work is licensed under a Creative Commons Attribution 4.0 International License. To view a copy of the license, visit https://creativecommons.org/licenses/by-nc/4.0/
Asymmetric Dimethylarginine and 3-Nitrotyrosine Levels of the Heart Tissue aſter Endotoxemia
Yasemin Gülcan Kurt 1, Nurten Turkozkan 2, Halil Yaman 1, Nihal Şahin 2, Hüsamettin Erdamar 1, Gonca Ozan 2, Filiz Bircan 2, Emin Özgür Akgül 1, Tuncer Cayci 1, Mehmet Kemal Erbil 1
1 Department of Medical Biochemistry, Gülhane Military Medical Academy, 2 Department of Medical Biochemistry, Gazi University Medical Faculty, Ankara, Turkey
DOI: 10.4328/JCAM.215 Received: 01.03.2010 Accepted: 21.04.2010 Printed: 01.05.2011 J Clin Anal Med 2011;2(2):24-6
Corresponding Author: Yasemin Gülcan Kurt, GATA Tıbbi Biyokimya AD, 06010, Etlik, Ankara, Türkiye. Phone: +903123043323 Fax: +903123043300 E-mail: ygkurt@gmail.com
Aim: Oxidative and nitrosative stress are important in the pathogenesis of heart dysfunction aſter endotoxemia. Asymmetric dimethylarginine competitively inhibits nitric oxide production by displacing L-arginine. A link between asymmetric dimethylarginine and inflammation has been demonstrated recently in the prediction of cardiovascular events. Peroxynitrite is a reaction product formed by the interaction between nitric oxide and superoxide.
Material and Methods: In this study, the relationship between asymmetric dimethylarginine and L-arginine level and 3-nitrotyrosine, a stable product of peroxynitrite formation was investigated aſter endotoxemia (4 mg /kg at 6h). Measurement of asymmetric dimethylarginine and L-arginine were accomplished by high pressure liquid chromatography with fluorescent detector. 3-nitrotyrosine was quantified by high pressure liquid chromatography with electrochemical detector.
Results: Aſter administration of endotoxin asymmetric dimethylarginine and L-arginine levels did not change but 3-nitrotyrosine levels statistically significantly increased (p<0.05).
Conclusion: We could not detect any link between asymmetric dimethylarginine and peroxynitrite production in the heart tissues aſter given endotoxin using 4 mg / kg dose and at 6 h.
Keywords: Asymmetric dimethylarginine, Endotoxemia, 3-Nitrotyrosine, Heart.
Introduction
Overproduction of nitric oxide (NO) has been contributed to tissue injury in inflammatory conditions. One mechanism by which NO can contribute to tissue injury is by its diffusion–controlled reaction with superoxide (O2-) to produce peroxynitrite (ONOO-), a potent oxidant thought to be a key mediator of NO mediated tissue injury in a dose–dependent manner in atherosclerosis, congestive heart fail-ure and other disease states involving inflammatory oxidative stress [1-3]. NO is formed from the semi-essential amino acid L-arginine by the action of three isoforms of the nitric oxide synthase (nNOS, cNOS, iNOS). iNOS produces high amount NO after exposure to proinflammatory cytokines [3-5]. ONOO- reacts with the phenolic ring of tyrosine to form a stable product, 3 nitrotyrosine (3-NT). 3-NT has been widely used as a marker for the detection of ONOO- formation in vivo [6-8]. Asymmetric dimethylarginine (ADMA) is an L-arginine analog that serves an endogenous inhibitor of both cNOS and iNOS. ADMA is involved in the pathophysiology of vas-cular disease and has been demonstrated to be not only a marker of endothelial dysfunction, but also a novel cardiovascular risk factor. ADMA has been reported competitively inhibit NO elaboration by displacing L-arginine from NOS [1, 9, 10]. The levels of ADMA and NO are dependent on the prevailing L-arginine concentrations. Clinical and experimental evidences have suggested that elevation of ADMA can cause a relative L-arginine deficiency, even in the presence of normal L-arginine level. In addition to producing NO, NOS can catalyze O2- formation in the presence of low L-arginine level [1,11]. The role of ADMA and L-arginine levels in the regula-tion of ONOO- production in the heart after endotoxin administra-tion has not yet been well explored. The aim of our study was to examine the effect of endotoxin administration on the heart levels of L-arginine, ADMA and 3-NT and to investigate the relationship between ADMA, L-arginine level and peroxynitrite generation in guinea pigs.
Material and Methods
Animals and study protocol
Following ethics committee approval, all experi-ments was performed with 20 male Dunkin Hartley guinea pigs weighing 500- 600 g. The animals were randomly divided into two groups. Group I (n=10) served as a control group and was given only saline solution. Group II (n=10) served as an endotoxemia group and was administrated intraperitoneally li-popolysaccharide (LPS) (Escherichia coli LPS sero-type O111:B4, from sigma 4mg/kg.).
Measurement of ADMA and L-arginine
Measurement of ADMA and L-arginine level were accomplished by high pressure liquid chromatography (HPLC) using the method described by Momohora, Chen and Azuma et al. [12,13,14]. 300 mg tissue was homogenized in 3 ml phosphate buffer (pH: 6.5). The homogenate was centrifuged at 10000 g for 20 min at 4 0C. Then 60 mg tricarboxylic acid was added to the 1 ml supernatant and the mixture was left in an ice-bath for 10 min. The precipitated protein removed by centrifugation at 3000 g. for 15 min. The supernatant which was filtered through a 0.2 μm filter was mixed with 100 μL of derivatization reagent (prepared by dissolving 10 mg o-phtaldi-aldehyde in 0.5 ml of methanol, 2 ml 0.4 M borate buffer (pH:10.0) and 30 μL of 2-mercaptoethanol) and then injected into the chro-matographic system. Separation of ADMA and L-arginine levels were achieved with 150 x 4 mm I.D. Nova-pak C18 column with a particle size of 5 μm (waters, Milipore, Milford MA, USA) using 50 mM sodium acetate (pH:6.8), methanol and tetrahydrofurane as mobile phase (A, 82:17:1; B, 22:77:1) at flow rate 1.0 ml/min. The areas of peaks detected fluorescent detector (Ex: 338 nm; Em: 425) were used for quantification ADMA and L-arginine levels in heart. The analytical variability of the method was less then 7%, and the detection limit of the assay was 0.1 μM.
Measurement of Tyrosine Nitration
Tissue homogenenates were prepared according to the method de-scribed by Kamisaki et al [15]. Briefly, 0.5 g heart tissue was ho-mogenized in 1.5 ml of 50 mM potassium phosphate buffer (pH: 7.2) and then centrifuged for 5 min at 600 g. Following the acid hydrolysation of the precipitate, it was evaporated under nitrogen. After 1 ml distilled water adding, 10 μL of sample was applied to HPLC. All samples were analysed by HPLC with ECD using the method described by Maruyama et al [16]. For 3-NT detection a Macrotech C-18 analytical column (50 x 1 mm) was used with 50 mM phosphoric acid / 50 mM citric acid / %5 (v/v) methanol (pH:3.1) as the mobile phase. Applied potentials were -850 mV for the reduction and 600 mV for the oxidation detection cell.
Statistical analysis
Results were expressed as mean ± standard deviation (SD). Statisti-cal analyses were performed using a software program (SPSS 11.5 for Windows, Chicago, IL, USA). The nonparametric Mann–Whit-ney U test was used to analyse the significance of the difference between control and experimental groups. For tests of significance a p value of less than 0.05 was considered to be significant.
Results
Endotoxin administration did not change levels of ADMA in heart tissues compared to the control group. After endotoxemia levels of L-arginine in heart tissues were reduced but were not statistically significant. 3-NT levels in the heart tissues significantly increased (p < 0.05) after endotoxin given. The levels of ADMA, L–Arginine and 3-NT in heart tissues are shown in Table 1.
Discussion
Recent studies suggested that exposure animal hearts or cardiac myocytes to bacterial endotoxin (LPS) or proinflammatory cytok-ines enhanced NO level [2, 4, 6, 17]. In cells NO arises from the enzymatic oxidation (by NO synthase) of guanidino nitrogen of one terminal of L-arginine. ONOO- is reaction product formed by the interaction between NO and O2- and it has also been implicated as a toxic mediator in the pathophysiology of endotoxemia in ath-erosclerosis [1, 2]. ONOO- reacts with tyrosine to form, a stable product, 3-NT [3, 6]. ADMA, a naturally occurring analog of L-arginine, competitively inhibits NO production by NOS. L-arginine is an important substrate for both NO and ADMA production. A link between ADMA and inflammation has been demonstrated in the prediction of cardiovascular events [18]. We examined the relation-ship between ONOO- production and levels of ADMA, L-arginine in heart tissues after endotoxin administration. The present study for the first time demonstrated increased 3-NT level in endotoxemic heart tissues, but concurrent with unchanged ADMA production. In addition to this study provides evidence for decreased L-arginine level but no significant. In a previously our study we found elevated plasma ADMA levels in same animals with endotoxemia, as well as decreased L-arginine levels and declined the ratio of Larginine/ ADMA, but NO levels did not change [19]. In contrast to the plas-ma, in this study, levels of ADMA and L-arginine in heart tissues did not change. But after endotoxemia in the heart tissues of same animals, ONOO- production was high. It may be dependent on the mechanism found in the heart exposed to LPS. Our results may be consistent with previous observation. Investigators have dem-onstrated that the 3-NT levels were increased in LPS-treated hearts (4 mg/kg). The other investigators examined the cytotoxic effect of iNOS-generated NO in cultured cardiac myocytes treated with LPS. They showed that the cytokines caused nitrotyrosine formation in the injured myocytes [2-4]. In our study, while the levels of 3-NT in animal heart tissues increased with endotoxemia, ADMA and L-arginine levels decreased but this decrease was not significant. There was no correlation between ADMA, L-arginine and 3-NT. These results were in agreement with previous observations in vitro that ADMA preferentially inhibited cNOS isoform, while having minimal effect on NO production by iNOS [1]. In the other in vivo study, it has been reported that E. coli mediated endotoxemia de-creases the plasma arginine level but ADMA did not change [19]. Ueda et al. demonstrated exogenous administration of NO donors dose-dependently increased NO synthesis in the cultured media but had no effect on ADMA and L-arginine levels [20]. In conclusion we could not find a link between ADMA, L-arginine concentrations and ONOO- production in the heart after endotoxin administration. More researches may be needed to elucidate these results using dif-ferent dose and time after LPS administration.
References
1. Wells SM, Holian A. Asymmetric dimethylarginine induces oxidative and nitrosative stress in murine lung epithelial cells. Am J Respir Cell. 2007;36:520-8.
2. Usui, M.; Matsuoka, H.; Miyazaki, H.; Ueda, S.; Okuda, S.; Imaizumi, T. Increased endogenous nitric oxide synthase inhibitor in patients with congestive heart failure. Life Sci. 1998;62:2425-30.
3. Keira N, Tatsumi T, Matoba S, Shiraishi J, Yamanaka S, Akashi K. et al. Lethal effect of cytokine induced nitric oxide and peroxynitrite on cultured rat cardiac myocytes. J Mol Cell Cardiol. 2002;34(5):583-96.
4. Khadour FH, Panas D, Ferdinandy P, Schulze C, Csont T, Lalu MM, et al. Enhanced NO and superoxide gen-eration in dysfunctional hearts from endotoxemic rats. Am J Physiol Heart Circ Physiol. 2002;283(3]:H1108-15.
5. Yin GQ, Du KH, Gu FR, Fang ZX, Tang JQ, Zhong B, et al. Early-phase endotoxic shock-induced myocardial injury increases iNOS and selectin expression in ma-caque primate. Heart Lung Circ. 2007;16(2):85-92.
6. Iqbal M, Cohen RI, Marzouk K, Liu SF. Time course of nitric oxide, peroxynitrite, and antioxidants in the en-dotoxemic heart. Crit Care Med. 2002;30(6):1291-6.
7. Cimen B, Turkozkan N, Unlu A, Erbil MK. Effects of melatonin on 3-nitrotyrosine formation and energy charge ratio in guinea pig kidney in LPS-induced stress. Cell Biochem Funct. 2005;23(4):273-7.
8. Seven I, Turkozkan N, Cimen B. The effects of nitric oxide synthesis on the Na+,K(+)- ATPase activity in guinea pig kidney exposed to lipopolysaccharides. Mol Cell Biochem. 2005;271(1-2):107-12.
9. Chan JR, Böger RH, Bode-Böger SM, Tangphao O, Tsao P. S, Blaschke TF, et al. Asymmetric dimethylargi-nine increase mononuclear adhesiveness hypercho-lesterolemic humans. Arterioscler Thromb Vasc Biol. 2000;20(4):1040-6.
10. Nijveldt RJ, Siroen MP, Teerlink T, van Lambalgen AA, Rauwerda JA, van Leeuwen PA. Gut and liver han-dling of asymmetric and symmetric dimethylarginine in the rat under basal conditions and during endotox-emia. Liver Int. 2004;24 (5): 510-8.
11. Jia YX, Pan CS, Yang JH, Liu XH, Yuan WJ, Zhao J, et al. Altered L- arginine/nitric oxide synthase/nitric oxide pathway in the vascular adventitia of rats with sepsis. Clin Exp Pharmacol Physiol. 2006;33(12):1202-8.
12. Momohara Y, Sakamoto S, Obayashi S, Aso T, Goto M, Azuma H. Roles of endogenous nitric oxide synthase inhibitors and endothelin-1 for regulating myometrial contractions during gestation in the rat. Mol Hum Re-prod. 2004;10(7):505-12.
13. Chen BM, Xia LW, Zhao RQ. Determination of N(G),N(G)-dimethylarginine in human plasma by high-performance liquid chromatography. J Chromatogr B Biomed Sci Appl. 1997;692(2): 467-71.
14. Azuma H, Masuda H, Sato J, Niwa K, Tokoro T. A possible role of endogenous inhibitor for nitric oxide synthesis in the bovine ciliary muscle. Exp Eye Res. 1997;64(5):823-30.
15. Kamisaki Y, Wada K, Nakamoto K, Kishimoto Y, Kitano M, Itoh T. Sensitive determination of nitroty-rosine in human plasma by isocratic high-performance liquid chromatography. J Chromatogr B Biomed Appl. 1996;685(2):343-7.
16. Maruyama W, Hashizume Y, Matsubara K, Naoi M. Identification of 3-nitro-Ltyrosine, a product of nitric oxide and superoxide, as an indicator of oxidative stress in the human brain. J Chromatogr B Biomed App. 1996;676(1):153-8.
17. Matsushita A, Iwase M, Kato Y, Ichihara S, Ichihara G, Kimata H, et al. Differential cardiovascular effects of endotoxin derived from Escherichia coli or Pseudomo-nas aeruginosa. Exp Anim. 2007;56(5):339-48.
18. Zoccali C, Benedetto FA, Maas R, Mallamaci F, Trip-epi G, Malatino LS, et al. Asymmetric dimethylarginine, C-reactive protein, and carotid intima-media thick-ness in end-stage renal disease. J Am Soc Nephrol. 2002;13(2):490-6.
19. Balabanli B, Erdamar H, Turkozkan N, Yaman H, Kurt Y. Effect of taurine on endotoxin-induced al-terations in plasma asymmetric dimethylarginine, L-arginine and nitric oxide in guinea pigs. J Thromb Thrombolysis. 2007;24(1):53-7.
20. Ueda S, Kato S, Matsuoka H, Kimoto M, Okuda S, Morimatsu M, et al. Regulation of cytokine-induced nitric oxide synthesis by asymmetric dimethylarginine: role of dimethylarginine dimethylaminohydrolase. Circ Res. 2003;92(2):226-33.
Download attachments: KATD-215.pdf
Yasemin Gülcan Kurt, Nurten Turkozkan, Halil Yaman, Nihal Şahin, Hüsamettin Erdamar, Gonca Ozan, Filiz Bircan, Emin Özgür Akgül, Tuncer Cayci, Mehmet Kemal Erbil. Asymmetric Dimethylarginine and 3-Nitrotyrosine Levels of the Heart Tissue aſter Endotoxemia. J Clin Anal Med. 2011;2(2):24-26
Citations in Google Scholar: Google Scholar
This work is licensed under a Creative Commons Attribution 4.0 International License. To view a copy of the license, visit https://creativecommons.org/licenses/by-nc/4.0/
Myasthenia Gravis with Thymoma: Histopathologic Examination and Rate of Complication After Surgery
Ayşe Gül Çevik, Kutsal Turhan, Alpaslan Çakan, Ali Özdil, Ufuk Çağırıcı
Göğüs Cerrahisi Anabilim Dalı, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, İzmir, Türkiye
DOI: 10.4328/JCAM.205 Received: 11.02.2010 Accepted: 23.04.2010 Printed: 01.05.2011 J Clin Anal Med 2011;2(2):22-3
Corresponding Author: Ayşe Gül Çevik, Göğüs Cerrahi Anabilim Dalı, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Bornova, İzmir, Türkiye. GSM: +90505 3706069 E-mail: mdaysegulcevik@yahoo.com
Aim: It is known that thymus and thymoma have a role in the etiopathogenesis of myasthenia gravis (MG). These associations and their effects on the survival have investigated in several studies since 17th century. The incidence of MG in patients with thymoma was reported to be 20-50% in different studies. The aim of this study is to investigate the relationship between thymoma and MG and to evaluate the rates of postoperative complications.
Material and Methods: The study included 25 patients (13 female and 12 male) and the mean age of patients was 42.3 years (range 24 to 70 years). 11 (44%) of patients had been treated with the diagnosis of MG. Eight (57%) of 14 (56%) patients without the diagnosis of MG had no symptoms and thymoma was detected accidentaly. The common symptom of the other 6 (43%) patients was cough. 9 (36%) patients were staged according to WHO classification. The other patients could not be staged according to WHO classification; because they were operated before the year of 2001. Four of patients were stage B1, 2 were stage B2, 2 were stage B3 and 1 was stage AB. Postoperative complication occured in 4 (16%) patients.
Results: MG was seen with a higher rate in cortical thymoma when compared with medullary thymoma, in immunohistochemical investigations. MG had been thought as a negative prognostic factor for thymoma but in the last years it had been reported as a positive prognostic factor due to the development of postoperative intensive care conditions, medical therapy and follow up.
Keywords: Myasthenia Gravis, Thymoma, Thymectomy, Surgery.
Giriş
Myasthenia Gravis Timoma Birlikteliği / Myasthenia Gravis with Thymoma 23 Journal of Clinical and Analytical Medicine |GirişMG klinik olarak; istemli kasların tekrarlayan aktivitesi ile artan ve dinlenmekle düzelen anormal kas yorgunluğu, elektrofizyolojik olarak; tek fiberli elektromyografide tekrarlayan uyarılara karşı azalan cevap, farmakolojik olarak; semptomlarda ve elektromyo-grafide antikolinesteraz uygulamasıyla ortaya çıkan iyileşme, patolojik olarak; timus anormallikleri ve immünolojik olarak; asetilkolin reseptörlerine karşı antikor gelişimi, kompleman ile reseptör hasarı oluşumu ve immünsüpresif tedaviye yanıt veren nöromusküler bir hastalık olarak tanımlanmaktadır. Toplumda görülme sıklığı %0.1 – 0.5 arasında değişmekte olup, kadınlarda 2. ve 3. dekatlarda, erkeklerde 6. ve 7. dekatlarda daha sık görül-mektedir [1]. En önemli klinik bulgu iskelet kaslarında zayıflık ve yorgunluktur. İlk olgular 17. yy.’da tanımlanmakla beraber timus ile ilişkisi 19. yy.’ın sonlarında tanımlanmıştır. 1917 yılında Bell, 57 otopsi çalışmasında 27 timus anormalliği saptamış ve yaptığı patolojik incelemelerde 10 hastanın timusunda tümör, 17’sinde neoplastik olmayan büyüme göstermiştir [2]. Bugünkü bilgilerle uyumlu olarak timik tümörlerin çoğunun epitel kökenli olduğunu bildirmiştir. 20 yy.’ın başında tek tek vakalar halinde timektomi sonrası semptomları kaybolan MG hastaları bildirilmiştir. A. Tok-er ve G. Kalaycı’nın yazdıkları MG ve timus cerrahisi yazısında değinildiği üzere, 1944 yılında Blalock timoması olsun veya olmasın her MG hastasında timus eksplorasyonu yapılması gerektiğini bildirmiştir [1]. Aynı çalışmada, semptomların başlangıcı yeni olan hastalarda iyileşmenin daha çabuk olduğu, semptomları uzun süreli olan hastalarda cerrahi tedavi sonrasında iyileşmenin daha uzun za-man aldığını öne sürülmüştür [1]. Son yıllarda yapılan daha geniş kapsamlı çalışmalarda MG hastalarının %10 – 15’inde timomaya rastlanmıştır. Timoma tespit edilmeyen hastaların %20 – 25’inde timus dokusu normaldir [2]. Diğer hastaların hemen hepsinde ti-mus bezi hiperplaziktir. En son histolojik sınıflama 1999’da Dünya Sağlık Örgütü tarafından yayınlamıştır [3] . Bu sınıflamaya göre, timomalar, neoplastik epiteliyal hücreler ve nükleusları iğsi ve/veya oval şekilli ise tip A, dendritik veya epiteloid görünümlü ise tip B olarak iki gruba ayrılmaktadır. Bu iki morfolojinin kombinasyo-nunu içeren tümörler tip AB olarak gruplanmıştır.Tip B tümörler ise epiteliyal komponetin oransal artışına ve neoplastik hücrelerde atipi varlığına göre tip B1, B2, B3 olarak sınıflanır [3].
Gereç ve Yöntemler
Kliniğimizde 1997 – 2009 yılları arasında opere edilen 25 ti-moma hastasında MG birlikteliğinde histopatolojik tip ve komp-likasyon oranları incelenmiştir. Hastalar yaş, cinsiyet, semptomlar, MG varlığı, histopatolojik tanı ve evrelerine göre komplikasyon oranları açısından değerlendirildi. Verilerin analizi SPSS11.5 paket programında yapıldı.
Bulgular
Hastaların 13’ü kadın, 12’si erkek olup, yaş ortalaması 42.3 (24 – 70) idi. Hastaların 11’inde (%44) tanı konulmuş MG vardı ve tedavi altındaydılar. MG olmayan 14(%56) hastanın 8’inde (%57) herhangi bir şikayet yoktu ve timoma tesadüfen bulunmuştu. Geri kalan 6 hastanın en sık şikayeti öksürüktü. MG olan 11 hastanın ise en sık semptomu tedavi sonrası düzelen kas güçsüzlüğü ve göz kapaklarında düşüklüktü. Hastaların 16’sında (%64) radyolojik tanı için bilgisayarlı tomografi (BT) yeterli görülmüşken invazyon dere-cesini değerlendirmek için 6 (%24) hastaya invazyon derinliğini değerlendirmek açısından manyetik rezonans görüntüleme (MRG), 3 (%12) hastaya ise hem BT hem MRG tetkiki yapılmıştır. Hastaların 9’u (%36) patolojik olarak WHO sınıflamasına göre evrelendirilmiştir. Diğer hastalar WHO sınıflamasının kullanılmaya başlandığı 2001 yılından önce opere edildiğinden patolojik tanımlamaları WHO sınıflamasına göre yapılamamıştır. Hastaların 4’ü B1, 2’si B2, 2’si B3, 1’i AB evresinde bulunmuştur. Dört hasta-da (%16) postoperatif komplikasyon görülmüştür. Bu hastaların 4’ü de MG olmayan hastalar olup komplikasyonlar 2 şilotoraks, 1 pnömotoraks, 1 postoperatif kanama şeklindedir. Hastane mortali-tesi 1 hasta (%0.04) olup, MG bulunan bir hastadır. Komplikasyon-lar açısından MG olan ve olmayan hastalar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktur (p:0.07). Hastaların 23’ünde(%92) kom-plet rezeksiyon uygulanmıştır. Geri kalan 2 hastanın (%8) post-operatif patolojisinde cerrahi sınır pozitifliği tespit edilmiş olup hastalar radyoterapiye yönlendirilmiştir. WHO sınıflamasına göre timomanın patolojik tipi ile MG görülme sıklığı arasında anlamlı fark bulunmadı (p:0.06).
Tartışma
Bugüne kadar yapılan birçok çalışmada timomalı hastalarda MG görülme sıklığı %20 – 50 arasında bildirilmiştir [2]. Çalışmamızda ise bu oran %44 olarak bulunmuştur. İmmünohistolojik ve immü-nokimyasal çalışmalarda kortikal hücreli timomalarda MG rastlan-ma ihtimalinin, medüller tip timomalarla kıyaslandığında çok daha yüksek olduğu dikkat çekmektedir[4]. Çalışmamızda anlamlı fark çıkmamasına rağmen bunun vaka sayısının azlığına bağlı olduğu düşünülmüştür. Plevra, akciğer, perikard gibi organların tutulumunda tümörün invaze olduğu organ ve rezidüel timus dokusunun tam olarak ve bütünlüğü bozulmadan çıkarılması esastır [5]. Çalışmamızda 2 hastada (%8) cerrahi sınır pozitifliği görülmüştür ve hastalar rady-oterapiye yönlendirilmiştir. Timoma ve MG birlikteliği 1970’li yıllara kadar kötü prognoz göstergesi olarak kabul edilmekteydi [4-7]. 1980’li yıllardan itibar-en ise MG varlığında timomaların cerrahi tam eksizyon sonucu daha iyi sağkalım gösterdiği bildirilmiştir [7-9]. Özellikle gelişen post-operatif yoğun bakım şartlarının sağkalımın artmasında önemli rolü olduğu belirtilmiştir. Maggi ve arkadaşları MG olan ve olmayan timoma hastalarının 5 ve 10 yıllık sağkalımlarını değerlendirmişler ve MG olan grubun anlamlı olarak daha uzun sağkalım gösterdiğini bildirmişlerdir [10]. Aynı şekilde Okumura ve arkadaşları da MG olmayan timoma hastalarının daha kötü prognoz gösterdiğini, ayrıca MG birlikteliği olan timoma hastalarında rekürrens oranının da daha düşük olduğunu bildirmişlerdir [11]. Papatestas ve arkadaşlarının 227 hastalı serisinde, MG varlığı ve kardiyopulmoner problemleri olan hastalarda postopertif komp-likasyon oranlarının %39’a kadar çıkabileceği bildirilmiştir. Op-erasyon mortalitesinin de %3.1 olduğu görülmüştür. Çalışmamızda komplikasyon oranımız %16, mortalite oranımız ise %0.04 olarak bulunmuş ve birçok literatür değerinin altında olduğu görülmüştür. Bunun sebebinin de hasta sayısının azlığının yanında iyi bir yoğun bakım desteği, preoperatif ve postoperatif yakın takip ve tedavnin sonucu olduğu düşünüldü.
Kaynaklar
1. Toker A, Kalaycı G, Myasthenia gravis ve timus cer-rahisi. Editörler: Yüksel M, Kalaycı G Göğüs Cerrahisi, İstanbul: Bilmedya, 2001:633 – 46.
2. Thomas CR, Wright CD, Loehrer PJ. Thymoma: state of the art. J Clin Oncol 1999;17:2280 – 9.
3. Okumura M, Ohta M, Miyoshi S, Mori T, Yasumitsu T, Nakahara K, Iuchi K, Tada H, Maeda H, Matsuda H. Oncological significance of WHO histological thymoma classification. A clinical study based on 286 patients. Jpn J Thorac Cardiovasc Surg. 2002;50(5):189-94.
4. Gray GF, Gutowski WT 3rd. Thymoma. A clini-copathologic study of 54 cases. Am J Surg Pathol 1979;3:235– 49.
5. Notash AY, Salimi J, Ramezanali F, Sheikhvatan M, Habibi G. Clinical features, diagnostic approach, and therapeutic outcome in myasthenia gravis patients with thymectomy. Acta Neurol Taiwan. 2009;18(1):21-5.
6. LeGolvan DP, Abell MR. Thymomas. Cancer 1977; 39:2142–57.
7. Kazuya K, Yasumasa M. Thymoma and Myasthenia Gravis: A Clinical Study of 1,089 Patients From Japan. Ann Thorac Surg; 2005;79:219-224.
8. Lewis JE, Wick MR, Scheithauer BW, Bernatz PE, Taylor WF. Thymoma. A clinicopathologic review. Can-cer 1987; 60:2727–43.
9. Shamji F, Pearson FG, et all. Results of surgical treatment for thymoma. J Thorac Cardiovasc Surg 1984;87:43–7.
10. Maggi G, Casadio C, Cavallo A, Cianci R, Molinatti M, Ruffuni E. Thymoma: results of 241 operated cases. Ann Thorac Surg 1991;51:152– 6.
11. Okumura M, Miyoshi S, Takeuchi Y. Results of surgical treatment of thymomas with special refer-ence to the involved organs. J Thorac Cardiovasc Surg 1999;117:605–13.
Download attachments: KATD-205.pdf
Ayse Gul Cevik, Kutsal Turhan, Alpaslan Cakan, Ali Ozdil, Ufuk Cagirici. Myasthenia Gravis with Thymoma: Histopathologic Examination and Rate of Complication After Surgery. J Clin Anal Med. 2011;2(2):22-23
Citations in Google Scholar: Google Scholar
This work is licensed under a Creative Commons Attribution 4.0 International License. To view a copy of the license, visit https://creativecommons.org/licenses/by-nc/4.0/
Measurement of TS-131, a New Monopyridinium Oxime, by High Performance Liquid Chromatography in Rat Plasma Samples
Zeki İlker Kunak 1, Emin Ozgur Akgul 2, Hakan Yaren 1, Tuncer Caycı 2, Yasemin Gulcan Kurt 2, Ibrahim Aydin 2, Halil Yaman 2, Levent Kenar 1, Tuna Subasi 3, Erdinc Cakır 2, Enis Macit 4, Ayhan Sıtkı Demir 3, Mehmet Kemal Erbil 1, Jana Zdarova Karasova 5
1 Department of Medical CBRN Defense, Gulhane Military Medical Academy, Ankara, Turkey, 2 Department of Medical Biochemistry, Gulhane Military Medical Academy, Ankara, Turkey, 3 Department of Chemistry, Middle East Technical University, Ankara, Turkey, 4 Department of Analytical Toxicology, Gulhane Military Medical Academy, Ankara, Turkey, 5 Department of Toxicology, Faculty of Military Health Sciences, Hradec Kralove, Czech Republic
DOI: 10.4328/JCAM.238 Received: 22.03.2010 Accepted: 14.04.2010 Printed: 01.05.2011 J Clin Anal Med 2011;2(2):19-21
Corresponding Author: Halil Yaman, Department of Medical Biochemistry, Gulhane Military Medical Academy, 06018, Ankara, Turkey. E-mail: hyaman@gata.edu.tr
Aim: TS-131 is a monopyridinium aldoxime-type cholinesterase reactivator developed as a potential alternative to commercially available oximes. A sensitive, simple and reliable high performance liquid chromatography (HPLC) method with diode array detector was developed for the measurement of TS-131 concentrations in rat plasma samples.
Material and Methods: Male Spraque Dawley rats were treated intramuscularly with TS-131 and the samples were collected 30 min. later. Separation was carried out by HPLC using octadecyl silica stationary phase and a mobile phase consisting of 92% 0.1 M ammonium acetate and 8% methanol. Measurements were carried out at 40 0C. Quantitative absorbance was monitored at 242 nm.
Results: The calibration curve was linear through the range of 0.78–3200 μmol/L, which is well beyond the detected plasma level range of TS-131. Limit of quantitation was 0.39 μmol/L. Intra-day and inter-day precisions of the HPLC determinations gave standard deviations as 1.94 and 1.22%, respectively. After spiking, average spike recoveries ranged from 99.2% to 100.4% and, overall mean recovery of 99.8% was found.
Conclusion: A sensitive, simple and reliable HPLC method was established for the measurement of TS-131. The presented HPLC method with diyote arrray detector can also be used to determine the concentrations of several pyridinium oximes.
Keywords: TS-131, Oxime, Cholinesterase Reactivator, HPLC, Rat.
Introduction
Organophosphates and organophosphonates (organophosphorus com-pounds, OPs) are serine esterase and protease inhibitors. OPs are widely used in all over the world in agriculture as pesticides, insecticides and acaricides, in industry and technology as softening agents and additives to lubricants [1-3]. They cause an irreversible inhibition of cholinest-erases (butyrylcholine esterase: EC 3.1.1.8 and acethylcholine esterase: EC 3.1.1.7) via a covalent reaction with the serine in the active center of the enzymes [1,2}. Some OPs as tabun, sarin, cyclosarin, soman, VR and VX are highly toxic “nerve gas” warfare agents. Some of the warfare agents have been also misused by terrorist groups. The clinical effects of OPs are well known and have been extensively studied and described [3-5]. The reactivators of acethylcholine esterase (AChE) are an essential part of antidote treatment during OPs intoxication, together with at-ropine and diazepam [6]. The reactivator carries a nucleophilic oxime group (an oximate anion in the dissociated form) which is able to cleave the OPs moiety from AChE’s active site and restore the en-zyme’s vital function [7]. Pralidoxime (1,2-hydroxyiminomethyl-1-methylpyridinium chloride) and obidoxime (3, Toxogonin, 1,3-bis(4-hydroxyiminomethylpyridinium)-2-oxapropane dichloride) are commercially available AChE reactivators. On the other hand, Atropine is a necessary antidote component to diminish the cholinergic conse-quences of OPs intoxication, where diazepam is used for its anticon-vulsive activity [6,7]. However, the commercially available reactivators cannot be used to treat the full spectrum of OPs. In particular, few of the compounds are effective against tabun and pesticide intoxication [8]. Novel reactiva-tors are being developed worldwide to cover these deficiencies [9-15]. The available oximes have been quantitatively determined using high performance liquid chromatography (HPLC). Using this technique, it was possible to monitor the blood concentration and urinary elimina-tion of pralidoxime [16-22]. Urinary elimination of obidoxime was fol-lowed by reversed-phase chromatography. Detection of obidoxime and of the structurally similar other oximes was carried out at 258 nm [20] and 304 nm [22]. A new AChE reactivator was developed by the authors as a potential alternative to the commercially available substances. Its chemical structure was derived from the structures of existing esterase reactivators, es-pecially pralidoxime. The newly developed oxime is monopyridinium aldoxime. It is the so-called TS-131. Chemically, it is 3-carboxy-aldehydepyridinium oxime, C6H6N2O, with a molecu-lar weight of 122.134 g/mol. Its chemical structure is given in Figure 1, and its 1H NMR spectra is shown in Figure 2. TS-131 has a maximum absorbance at 242 nm.The main aims of this study were the determination of TS-131 in rat plasma samples and to establish a simple and reliable method.
Material and Methods
Animals
In the study, 20 adult male Spraque Dawley rats (250 to 300 gr) were used. Rats were caged in a controlled environment at 22°C with 12-hour light/dark cycles. Standard rat feed and reverse-osmosis–purified water were provided ad libitum. All rats were allowed to have 1 week of acclimation to this environment before the experiment. The rats were divided into groups of ten animals. The present study was performed in the Research Center of the Gulhane Military Medical Academy with the approval of the Gulhane Military Medical Academy Animal Ethics Committee, Turkey.
Chemicals
TS-131 (3-carboxyaldehydepyridinium, with the molecular formula of C6H6N2O, and the molecular weight of 122.134) was synthesized in the laboratory (Department of Chemistry, Middle East Technical Uni-versity, Ankara, Turkey). Other chemicals were purchased from com-mercial sources in the best available quality: methanol, HPLC grade (Merck, Darmstadt, Germany); ammonium acetate, trichloroacetic acid, (Sigma-Aldrich Chemie GmbH, Steinheim, Germany). The wa-ter was double distilled and deionized and of HPLC grade (Millipore, Molsheim, France).
HPLC System
The liquid chromatography system consisted of an Agilent 1100 Au-tosampler, a HP 1050 HPLC Quaternary Pump, and a HP 1050 Diode Array Detector (DAD), HP 1050 solvent/Degassing Module, HP Ther-mostatted column Compartment all from Agilent Technologies (Wald-bronn, Germany). The 3D ChemStations Software of 1100 System Access served for evaluation of chromatograms. A Waters Spherisorb ODS2 separation column (25 cm × 4.6 mm i.d., particle size: 5 μm) of Hichrom (Berkshire, England), containing octadecyl silica as station-ary phase was used. The mobile phase consisted of 8% methanol and 92% 0.1 M ammonium acetate. The mobile phase flow rate was 1 mL/min with isocratic mode. The chromatograms were obtained at 40 0C. The size of sample of injection was 50 μL. Ultraviolet absorbance was detected at 242 nm.
Animal treatment
300 μmol/kg of TS-131 was intramuscularly (i.m.) injected to male Spraque Dawley rats. The rats were sacrificed after 30 min. following i.m. administration. In addition, a control group which did not receive any treatment was also used. The blood was collected in K3EDTA coated tubes (Becton, Dickinson, NJ, USA), gently mixed and centri-fuged at 3500 rpm for 10 min at 4 0C to obtain the plasma. The plasma samples were stored at −80 0C until HPLC analysis.
Plasma pretreatment
Plasma sample aliquots (0.5 mL) were mixed with 0.5 mL of 20% trichloroacetic acid to precipitate the proteins, and centrifuged at 13.000 g for 10 min at 4 0C. The supernatant was then injected into the HPLC system.
Calibration
Calibration curve was established. Calibration curve was determined using 14 dilutions from a 3200 μmol/L TS-131 stock solution prepared with HPLC grade water in the range of 0.78–3200 μmol/L, in triplicate. The linearity was evaluated by regression analysis performed by the least-squares method and gave R2 = 0.9997. During the day, the TS-131 solution was stabile (100±2% SD). Endogenous compounds in the biological samples separated well from TS-131 that migrated with a retention time of 18.29 min.
Results
We described a high performance liquid chromatographic method with diode array detector for measurement of TS-131 in rat plasma samples. As shown in Figure 3, the calibration curve for TS-131 dissolved in HPLC grade water was linear in the range of 0.78–3200 μmol/L, and the limit of quantitation was 0.39 μmol/L. When plasma concentrations of TS-131 in rats were studied following intramuscular administration of this compound, a HPLC with DAD method was used with isocratic mode (flow rate: 1 mL/min) and UV detection at 242 nm.The calibration curve was determined using 14 calibrators obtained from a 3200 μmol/L TS-131 stock solution prepared with HPLC grade water. Regression analysis performed by the least-squares method yielded the equation y = 9.14311456x−93.813378 and a correlation co-efficient of R2 = 0.9997. The required sample pretreatment is simple, and the measurement is rapid with a retention time of only 18.29 min.A simple protein precipitation serves the clean-up before the HPLC injection. This protein precipitation method is quite well for the de-termination of TS-131 in the plasma samples. Intra-day and inter-day precisions were expressed in standard deviation of the TS-131 HPLC determination, and gave 1.94 and 1.22%, respectively. After spiking of TS-131 into control rat plasma, average spike recovery ranged from 99.2% to 100.4% and, overall mean recovery of 99.8% was found. The NMR spectrum of TS-131 has verified its chemical structure.Plasma level of TS-131 was determined in rats. In the plasma samples of rats treated i.m. with 300 μmol/kg TS-131, and the 30 min post-treatment concentration was 13.20 μmol/L value (Figure 4).
Discussion
In especially animal studies, esterase reactivators as pralidoxime and obidoxime are commonly used to protect from mortality against several OPs like paraoxon and tabun. In this area, different groups are working on newly developed pyridinium oximes. Lorke et al. [23] have shown that to protect from death, two new asymmetric bispyridinium oximes (K-27 and K-48) are much more efficient than pralidoxime [24] and obidoxime [25]. Several techniques including high-performance liquid chromatography have been reported to be able to measure concentrations of different cholinesterase reactivator oximes in plasma. Kalasz et al. have devel-oped a HPLC-EC assay for measuring K-27 in different biological sam-ples [26]. On the other hand, a HPLC-UV method was established to determine concentrations of K-27 and K-48 in plasma and brain tissue samples by Lorke et al. [23]. Guyon et al. [18] determined pralidoxime concentrations by HPLC from samples of rat plasma and urine. A sensitive, simple and reliable HPLC method was established for the measurement of TS-131. The presented HPLC method with DAD can also be used to determine the concentrations of several pyridinium oximes.
Acknowledgements
This study was supported by a research grant from the Research Cen-ter of Gulhane Military Medical Academy, Ankara, Turkey (AR-2009-22).
References
1. R. Levine. In Handbook of Pesticide Toxicology, General Principles, vol. 1, W.J. Hayes and E.R. Laws, Eds. Academic Press, San Diego, 1991, pp. 275-360.
2. J. Bajgar. Organophosphates/nerve agent poisoning: mechanism of action, diagnosis, prophylaxis, and treatment. Adv Clin Chem, 2004, 38, 151-216.
3. S.W. Wiener, R.S. Hoffman. Nerve agents: a comprehensive review. J. In-tensive Care Med, 2004, 19, 22-37.
4. Karalliedde L. Organophosphorus poisoning and anaesthesia. Anaesthe-sia, 1999, 54, 1073-1088.
5. G. Petroianu, L.M. Toomes, A. Petroianu, W. Bergeler, R. Rüfer. Control of blood pressure, heart rate and haematocrit during high-dose intravenous paraoxon exposure in mini pigs. J Appl Toxicol, 1998, 18, 293-298.
6. M. Jokanović, M.P. Stojiljković. Current understanding of the application of pyridinium oximes as cholinesterase reactivators in treatment of or-ganophosphate poisoning. Eur J Pharmacol, 2006, 553, 10-17.
7. J. Bajgar, J. Fusek, K. Kuca, L. Bartosova, D. Jun. Treatment of organo-phosphate intoxication using cholinesterase reactivators: facts and fiction. Mini Rev Med Chem, 2007, 7, 461-466.
8. R. Odzak, M. Calić, T. Hrenar, I. Primozic, Z. Kovarik. Evaluation of mono-quaternary pyridinium oximes potency to reactivate tabun-inhibited human acetylcholinesterase. Toxicology, 2007, 233, 85-96.
9. Y.P. Pang, T.M. Kollmeyer, F. Hong, J.C. Lee, P.I. Hammond, S.P. Haugabouk, S. Brimijoin. Rational design of alkylene-linked bis-pyridiniumaldoximes as improved acetylcholinesterase reactivators. Chem Biol, 2003, 10, 491-502.
10. K. Kuca, D. Juna, K. Musilek. Structural requirements of acetylcholinest-erase reactivators. Mini Rev Med Chem, 2006, 6, 269-277.
11. C. Srinivas Rao, V. Venkateswarlu, G. Achaiah. Quaternary salts of 4,3′ and 4,4′ bis-pyridinium monooximes. Part 2: Synthesis and biological ac-tivity. Bioorg Med Chem Lett, 2006, 16, 2134-2138.
12. P. Eyer, L. Szinicz, H. Thiermann, F. Worek, T. Zilker. Testing of antidotes for organophosphorus compounds: experimental procedures and clinical reality. Toxicology, 2007, 233, 108-119.
13. K. Musilek, K. Kuca, D. Jun, V. Dohnal, M. Dolezal. Synthesis of the novel series of bispyridinium compounds bearing (E)-but-2-ene linker and evalu-ation of their reactivation activity against chlorpyrifos-inhibited acetylcho-linesterase. Bioorg Med Chem Lett, 2006, 16, 622-627.
14. K. Musilek, K. Kuca, D. Jun, M. Dolezal. Progress in synthesis of new acetylcholinesterase reactivators during the period 1990-2004. Curr Org Chem, 2007, 11, 229-238.
15. K. Musilek, O. Holas, K. Kuca, D. Jun, V. Dohnal, V. Opletalova, M. Dolezal. Novel series of bispyridinium compounds bearing a (Z)-but-2-ene linker-synthesis and evaluation of their reactivation activity against tabun and paraoxon-inhibited acetylcholinesterase. Bioorg Med Chem Lett, 2007, 17, 3172-3176.
16. J.L. Willems, J.P. Langenberg, A.G. Verstraete, M, De Loose, B. Vanhaese-broeck, G. Goethals, F.M. Belpaire, W.A. Buylaert, D. Vogelaers, F. Colardyn. Plasma concentrations of pralidoxime methylsulphate in organophospho-rus poisoned patients. Arch Toxicol, 1992, 66, 260-266.
17. P. Houzé, S.W. Borron, F. Scherninski, B. Bousquet, B. Gourmel, F. Baud. Measurement of serum pralidoxime methylsulfate (Contrathion) by high-performance liquid chromatography with electrochemical detection. J Chromatogr B Analyt Technol Biomed Life Sci, 2005, 814, 149-154.
18. F. Guyon, A. Tambute, M. Caude, R. Rosset. Determination of N-meth-ylpyridinium 2-aldoxime methylsulfate (Contrathion) in rat plasma and urine by high-performance copper(II)–silica ligand-exchange chromatog-raphy. J Chromatogr, 1982, 229, 475-480.
19. D. Shiloff, J.G. Clement. Comparison of serum concentrations of the acetylcholinesterase oxime reactivators HI-6, obidoxime, and PAM to effi-cacy against sarin (isopropyl methylphosphonofluoridate) poisoning in rats. Toxicol Appl Pharmacol, 1987, 89, 278-280.
20. C. Grasshoff, H. Thiermann, T. Gillessen, T. Zilker, L. Szinicz. Internal standard high-performance liquid chromatography method for the deter-mination of obidoxime in urine of organophosphate-poisoned patients. J Chromatogr B Biomed Sci Appl, 2001, 753, 203-208.
21. J. Pohjola, M. Harpf. Determination of atropine and obidoxime in auto-matic injection devices used as antidotes against nerve agent intoxication. J Chromatogr A, 1994, 686, 350-354.
22. H.P. Benschop, K.A. Konings, S.P. Kossen, D.A. Ligtenstein. Determination of some pyridinium aldoxime compounds by means of ion-pair reversed-phase high-performance liquid chromatography: application in biological material. J Chromatogr, 1981, 225, 107-114.
23. D.E. Lorke, M.Y. Hasan, S.M. Nurulain, R. Sheen, K. Kuca, G.A. Petroianu. Entry of two new asymmetric bispyridinium oximes (K-27 and K-48) into the rat brain: comparison with obidoxime. J Appl Toxicol, 2007, 27, 482-490.
24. G.A. Petroianu, S.M. Nurulain, N. Nagelkerke, M.A. Al-Sultan, K. Kuca, J. Kassa. Five oximes (K-27, K-33, K-48, BI-6 and methoxime) in comparison with pralidoxime: survival in rats exposed to the organophosphate paraox-on. J Appl Toxicol, 2006, 26, 262-268.
25. Kassa, K. Kuca, J. Cabal, M. Paar. A comparison of the efficacy of new asymmetric bispyridinium oximes (K027, K048) with currently available oximes against tabun by in vivo methods. J Toxicol Environ Health A, 2006, 69, 1875-1882.
26. H. Kalász, M.Y. Hasan, R. Sheen, K. Kuca, G. Petroianu, K. Ludányi, A. Gergely, K. Tekes. HPLC analysis of K-48 concentration in plasma. Anal Bioanal Chem, 2006, 385, 1062-1067.
Download attachments: KATD-238.pdf
Zeki İlker Kunak, Emin Ozgur Akgul, Hakan Yaren, Tuncer Caycı, Yasemin Gulcan Kurt, Ibrahim Aydin, Halil Yaman, Levent Kenar, Tuna Subasi, Erdinc Cakır, Enis Macit, Ayhan Sıtkı Demir, Mehmet Kemal Erbil, Jana Zdarova Karasova. Measurement of TS-131, a New Monopyridinium Oxime, by High Performance Liquid Chromatography in Rat Plasma Samples. J Clin Anal Med. 2011;2(2):19-21
Citations in Google Scholar: Google Scholar
This work is licensed under a Creative Commons Attribution 4.0 International License. To view a copy of the license, visit https://creativecommons.org/licenses/by-nc/4.0/
Posterior Fixation of Lumbar Burst Fractures. Comparison of Short Segment and Long Segment Pedicle Fixation
Serkan Bilgiç 1, Tolga Ege 2, Ömer Erşen 3, Kenan Koca 3, Erbil Oğuz 3, Ali Şehirlioğlu 3
1 GATF Acil Tıp Anabilim Dalı, Ankara, 2 Van Asker Hastanesi Baştabip Yardımcılığı, Van, 3 GATF Ortopedi ve Travmatoloji Anabilim Dalı, Ankara, Türkiye
DOI: 10.4328/JCAM.239 Received: 22.03.2010 Accepted: 30.03.2010 Printed: 01.05.2011 J Clin Anal Med 2011;2(2):15-8
Corresponding Author: Serkan Bilgiç, GATF Acil Tıp Anabilim Dalı Etlik, 06018, Ankara, Türkiye. Phone: +903123043076 Fax: +903123045500 E-mail: serbil11@gmail.com
Aim: The aim of this study was to compare the effect of short segment and long segment posterior fixation methods on deformity correction and preservtion of correction in lumbar burst fractures.
Material and Methods: In this study we evaluate 40 patients (9 female, 31 male) treated surgically due to lumbar burst fracture between 2000 and 2008.
Results: Twenty six L2 fractures, twelve L3 fractures of 38 patients were included in this study. Sagittal deformities after the fracture were evaluated by preoperatively, postoperatively and last follow up X-rays according to anterior corpus height loss (ACHL), sagittal index and local kyphosis angle (LKA).
Conclusions: Between two groups there were no statistically difference of ACHL and LKA. In follow up there were no differrence between correction loss of two groups.
Keywords: Llumbar Burst Fracture, Posterior Instrumentation.
Giriş
Lomber patlama kırıklarının tedavisinin amacı vertebral kolonun stabilitesini, gerektiğinde spinal kanal dekompresyonunu sağlamak ve hastayı en kısa sürede mobilize edebilmektir. Stabil olmayan lomber patlama kırıkları anterior, posterior veya kombine enstrümantasyon ve füzyon ile tedavi edilebilirler. Lomber bölgede hareketli segmentleri korumak için kısa segment (kırık vertebranın bir alt ve bir üst seviyesi) fiksasyon ve füzyon uygulamaları yapılmaktadır [1-3]. Ancak bu uygulama sonrası korreksiyon kayıpları ve implant yetmezlikleri bildirilmiştir [3, 4-6]. Korreksiyon kayıplarını önlemek üzere transpediküler greftleme, kırık seviyesine vida uygulama [7,10], vertebroplasti gibi anterior kolonu destekleyici yöntemler uygulanmıştır [2, 8, 9]. Vidalara binen yükü azaltmak için uzun segmenter (kırık vertebranın iki alt ve iki üst seviyesi) enstrümantasyon ve füzyon yapılması diğer bir alternatiftir [2, 10, 11]. Uzun segmenter enstrümantasyonla korreksiyon kayıp oranları azaltılmış [2, 4, 10, 11] ancak lomber bölgede kısa segment enstrümantasyonun sağladığı daha fazla hareketli segmentin korunması avantajı kaybedilmiştir [1, 3, 10]. Bu retrospektif çalışmanın amacı lomber patlama kırıklarında kısa segment ve uzun segment enstrümantasyon uygulanmış olan gruplarda kırık seviyesinde deformitenin düzelme oranını ve bu düzelmenin korunmasını karşılaştırmaktır.
Gereç ve Yöntemler
Bu çalışmada 2000-2008 yılları arasında lomber patlama kırığı nedeniyle kliniğimizde cerrahi olarak tedavi edilmiş olan 40 hasta (9 kadın, 31 erkek) retrospektif olarak değerlendirilmiştir. Yaralanma anında nörolojik defisit mevcut olan 2 hasta çalışmaya dahil edilmemiştir. Çalışmaya dahil edilen 38 hastanın 12’sinde L3, 26’sında L2 patlama kırığı mevcuttu. Hastalar uygulanmış olan cerrahiye göre iki gruba ayrıldı. Kısa segment posterior enstrümantasyon ve füzyon uygulanmış olan ilk grupta 20 hasta (5 kadın, 15 erkek), uzun segment posterior enstrümentasyon ve füzyon uygulanan ikinci grupta 18 hasta (4 kadın, 14 erkek) mevcuttu. Birinci grupta ortalama hasta yaşı 29.8±3.54, ikinci grupta 28.9±3.42 idi. (Tablo – I)(Şekil 1,2)Hastaların tümünde 6.5 mm pedikül vidaları kullanıldı. Cerrahi esnasında rodlara gerekli lordoz verilip pedikül vidalarına bağlantıları sağlandıktan sonra sınırlı miktarda distraksiyon yapıldı. Füzyon elde etmek için lamina ve transvers çıkıntıların dekortikasyonu sonrası lokal otojen greft ve allogreft ile greftleme yapılarak cerrahi saha kapatıldı. Çalışmaya dahil edilen hastaların hiç birinde nörolojik defisit olmadığı için laminektomi ve dekompresyon uygulanmamıştı. Her iki gruptaki hastalar ameliyat sonrası birinci günde tam temaslı bir breys kullanılarak ayağa kaldırılarak mobilize edildi ve bu breysler 3 ay boyunca kullanıldı.Kırık sonrası oluşan sagittal deformiteler ameliyat öncesi, ameliyat sonrası ve takip grafilerinde anterior korpus yükseklik kaybı (AKYK), sagittal indeks ve lokal kifoz açısı (LKA) ile değerlendirildi. Anterior korpus yükseklik kaybı Mumford ve arkadaşlarının tarif ettiği formüle göre hesaplandı [12]. Lokal kifoz açısı üstteki sağlam vertebranın üst son plağından geçen çizgi ile alttaki sağlam vertebranın alt son plağından geçen çizgi arasındaki Cobb açısı hesaplanarak bulundu. Sagittal indeks Farcy ve arkadaşlarının tarif ettiği şekilde ölçülerek hesaplandı [13]. Hastalara en son takiplerinde her biri fonksiyon ve ağrı için yöneltilmiş beş soru bulunan Linkert anketi uygulanılarak hastanın algıladığı fonksiyon ve ağrı incelendi. Ağrı ve fonksiyon skoru toplandığında sonuç 9 veya 10 ise mükemmel, 7-8 ise iyi, 5-6 ise orta 4 ve altı ise kötü olarak değerlendirildi [14]. Mükemmel ve iyi sonuçlar klinik olarak başarılı olarak değerlendirilirken, orta ve kötü sonuçlar başarısız olarak değerlendirildi.Anterior vertebra yükseklik kayıp oranı (% ABC), lokal kifoz açısı ve sagittal indeks ölçüm değerleri açısından kısa ve uzun segment enstrümantasyon uygulanan gruplardaki preoperatif, postoperatif ve takip ölçümlerinde istatistiksel bir fark olup olmadığının saptanmasında tekrarlı ölçümlerde varyans analizi kullanıldı. P değerinin 0.05’den küçük olması istatistiksel olarak anlamlı olarak değerlendirildi.
Bulgular
Hastaların yaralanmasından itibaren ameliyata kadar geçen süre ortalama 20 saat idi. Hastalar ortalama 8,3 günde taburcu edildi. Ortalama takip süreleri kısa segment enstrümantasyon uygulanan grupta 40.45±5.1 ay uzun segment enstrümantasyon uygulanan grupta ise 42.15±4.9 ay olarak belirlendi. Sagittal indeks birinci grupta ameliyat öncesi ortalama 12.95 iken ameliyat sonrası -1.05’e düştüğü, son takip grafilerinde ise 2.1’e yükseldiği görüldü. İkinci grupta ise sagittal indeks ameliyat öncesi ortalama 12.45, ameliyat sonrası -1.95, takip grafilerinde 1.45 olarak ölçüldü, aradaki farkın istatistiksel olarak anlamlı olmadığı saptandı (p=0.525). Anterior korpus yükseklik kaybı birinci grupta ameliyat öncesi %38.10’dan ameliyat sonrasında %12.41’e düştüğü, takiplerinde ise %18.10’a yükseldiği belirlendi. İkinci grupta ise AKYK ortalama %36.5’den ameliyat sonrası %10.25’e düştü, takiplerinde ise %16.35’e yükseldi. LKA ameliyat öncesi birinci grupta 10.35°, ikinci grupta 9.75° iken ameliyat sonrası birinci grupta 1.25°, ikinci grupta 0.33° olarak tespit edildi. Takip grafilerinde birinci grupta LKA 3.05°, ikinci grupta 3.05° bulundu. İki grup arasında AKYK ve LKA değerlendirmelerinde istatistiksel olarak fark bulunmadığı gibi, takiplerdeki düzelme miktarındaki kayıplar istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı. (AKYK için p=0.383, LKA için p=0.665) (TabloII, Grafik 1,2).Hastaların fonksiyon ve ağrı skorlaması birinci grupta 8.8±0.3, ikinci grupta 8.7±0.2 olarak hesaplandı. Bu skorlarla elde edilen sonuç her iki grupta da iyi olarak değerlendirildi. Her iki gruptaki hastalarda da füzyon gerçekleşmiş olup vida kırılması, gevşemesi, rod kırılması gibi kaynamamaya işaret eden ve revizyon ihtiyacı doğuran durumlarla karşılaşılmadı. Hiçbir hastada cerrahiye bağlı nörolojik komplikasyon görülmemiş olup birinci grupta bir hastada yüzeysel enfeksiyon tespit edildi ve sistemik antibiyoterapi ile tedavi edildi. Hiçbir hastanın implantları takip süresince çıkarılmadı.
Tartışma
İki veya üç kolonun etkilendiği vertebra patlama kırıklarında anterior ve orta kolonun restore edilmesi, omurga stabilitesinin elde edilmesi için zorunludur [15,16]. Bu stabilitenin sağlanmasında ve korunmasında posterior, anterior ve kombine yaklaşımlar kullanılmıştır. Ancak bu cerrahi yöntemlerden hangisinin tercih edilmesi gerektiği konusu tartışmalıdır [2,12]. Uzun segment enstrümantasyon pedikül vidası eğilme momentlerini azaltmakta ve fleksiyon-ekstansiyon planında artmış stabiliteye yol açmaktadır [9].Bu teknik torakolomber patlama kırıklarında bu bölgedeki kuvvet dağılımı göz önüne alındığında redüksiyonu sağlamak, implant yetmezliği ve korreksiyon kaybını engellemek amacıyla önerilmektedir [2,4,8,12,17]. Ancak lomber kırığı olan hastalarda lomber lordoz restorasyonu ve özellikle genç ve aktif hastalarda alt mobil lomber segmentlerin füzyondan korunması önemlidir [2,8]. Lomber bölgedeki hareketli segmentlerin korunması, omurganın normal yük dağılımını korumak ve komşu segment disk dejenerasyonundan kaçınmak için önemlidir. Ayrıca stabil olmayan lomber kırıklarda kısa segment enstrümantasyon kullanılarak lomber lordoz kaybı ile ilişkili düz bel sendromundan kaçınmak da mümkün olabilir [18].Kısa segment enstrümantasyon uygulamaları sonrası karşılaşılan sorunlar neticesinde kırık vertebrada anterior kolonu desteklemek için kısa segment enstrümantasyona ilave olarak anterior kolonun transpediküler greftlenmesi [2,9], kemik desteği yerleştirilmesi [2,8,9], polimetakrilat enjeksiyonu [28,29] ve kırık vertebraya pedikül vidası uygulaması [3,4,6,7] teknikleri kullanılmaktadır. Kısa segment enstrümantasyon ve transpediküler greftleme bazı araştırmacılar tarafından kullanılmış ve kabul görmüş [2, 9] ancak bu yöntemin greft yerleştirilirken potansiyel tehlikelere yol açabileceği ve korreksiyonu korumada yetersiz kalabileceği de bildirilmiştir [19,20]. Balon kifoplasti gibi lokal etki ile distraksiyon kuvvetlerinin vertebra yükseklik kaybını düzelttiği tekniklerde, spinal kord hasarı ihtimalinden kaçınılsa da bu yöntemlerde maliyetin yüksekliği ve minimal invazif girişimlerin kendilerine özgü komplikasyon riskleri dezavantajdır. Kırık vertebraya pedikül vidası uygulaması posterior segmental fiksasyonun direncini artırır ve yük dağılımını sağlar, bununla birlikte üç nokta prensibi ile redüksiyonu kolaylaştırır. Kırık vertebraya vida göndermenin teknik zorluğu ve komplikasyon riski en önemli dezavantajıdır [3,4].Kırık vertebraya anterior yaklaşım, direk görerek dekompresyona ve anterior kolonun desteklenmesine izin vermektedir [21,22]. Anterior kolonu desteklemek için strut greft [22,23], kafes ve plak uygulamaları kullanılabilmektedir. Anterior yaklaşımlarda posteriora göre uzamış ameliyat süresi, uzamış hastanede yatış süresi, daha fazla kan kaybı ve donör saha şikayetleri gibi daha fazla morbidite bulunmaktadır [22,24]. McFlain’in yapmış olduğu uzun ve kısa segment enstrümantasyonun biyomekaniğinin karşılaştırıldığı çalışmada, her iki enstrumantasyon tekniğiyle de biyomekanik prensiplere uyulmazsa ciddi komplikasyonlar gelişeceğini vurgulamıştır [25]. Biyomekanik olarak uzun enstrümantasyonun torasik ve torakolomber bölgede, kısa enstrümantasyonun torakolomber ve özellikle lomber bölgede en başarılı olduğunu bildirmiştir. Biyomekanik sonuçlar klinik çalışmalarla örtüşmektedir [4,16,17]. Bu çalışmada da benzer şekilde uzun ve kısa segment enstrümantasyon teknikleri arasında istatistiksel fark bulunmaması nedeniyle biz, lomber bölgede daha fazla hareketli segment bırakmak için kısa segment enstrumeantasyon kullanılması gerektiğini düşünüyoruz.Bu çalışmada lomber patlama kırıklarında uyguladığımız kısa segment ve uzun segment posterior enstrümantasyonun deformite korreksiyonuna ve korreksiyonun korunmasına etkisi karşılaştırıldı. Kırığın değerlendirilmesinde ameliyat öncesi, ameliyat sonrası ve son takip sagittal indeks, anterior vertebral yükseklik kaybı,lokal kifoz açısı ölçülerini kullandık. Her iki grupta da hiçbir hastada 8 dereceden fazla korreksiyon kaybı tespit edilmedi. Gruplar arasında bu değerlendirmeler sonucunda istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmadı.Enstrümante omurganın paraplejik, yatağa bağımlı hastalardaki maruz kaldığı yüklenme nörolojik defisiti olmayan hastalarınkilerden farklılık göstermektedir. Hastalarımızın hepsinin nörolojik olarak sağlam olması ve aynı kırık tipine sahip olması sonuçların daha tutarlı olmasını sağlamaktadır. Çalışmanın retrospektif olması ve kısa segment enstrümantasyona ilave yöntemleri değerlendirmemesi çalışmanın limitasyonunu oluşturmaktadır.Kırık redüksiyonunu sağlamada sagittal deformitenin düzeltilmesi iyi bir fonksiyonel sonuç için gereklidir [17,19]. Patlama kırıklarında distraksiyon kuvvetleri kullanılması indirek olarak kifotik sagittal deformiteyi düzeltmekte ve vertebral cisim yüksekliğini ligamentotaksis ile restore etmektedir. Bu yolla, kanal içi fragman basısı da varsa bir miktar azaltılabilmekteyse de kanal dekompresyonu nispeten sınırlı olduğu için özellikle nörolojik defisitin olmadığı, ileri derecede kanal basısının bulunmadığı olgularda bu uygulama tercih edilmelidir. Lomber bölgede uygulanacak distraktif kuvvet lordoz kaybına neden olabileceğinden bu yöntem daha çok torakolomber bileşke bölgesinde uygulanmalı, lomber bölgede uygulanacak ise distraksiyon kuvveti kontrollü ve sınırlı, lomber lordoz gözetilerek uygulanmalıdır. Biomekanik açıdan kısa segment enstrümantasyon orta ve alt lomber bölgede güvenli olsa da uzun enstrümantasyon kısa segment enstrümantasyona göre torakolomber bölgede (T9-L1) daha güvenlidir [17,19,23].Sonuç olarak lomber bölgedeki patlama kırıklarında kısa segment posterior fiksasyon ve uzun segment fiksasyon arasında benzer radyolojik ve klinik sonuçlar tespit edilmiştir. Kısa segment enstrümantasyon ve posterolateral füzyonun uygun şekilde yapılması ile lomber patlama kırıklarında lomber lordoz restorasyonu ve daha fazla mobil lomber segmentin füzyondan korunması sağlanarak radyolojik bulguları yeterli bir şekilde düzeltip, bu düzelmeyi koruyarak hastaların fonksiyonel durumlarını olumlu şekilde etkilemek ve ağrıyı azaltmak mümkündür.
Kaynaklar
1. Mermelstein LE, McLain RF, Yerby SA. Reinforcement of the thoracolumbar
burst fractures with calcium phosphate cement. Spine 1998;23:664–71.
2. Alanay A, Acaroglu E, Yazici M, Oznur A, Surat A. Short-segment pedicle instrumentation of thoracolumbar burst fractures: does transpedicular intracorporeal grafting prevent early failures. Spine 2001;26:213–7.
3. Mahar A, Kim C, Wedemeyer M, Mitsunaga L, Odell T, Johnson B, Garfin S. Short- Segment Fixation of Lumbar Burst Fractures Using Pedicle Fixation at the Level of the Fracture Spine 2007; 32: (14), 1503–1507.
4. Gurwitz GS, Dawson J, Mc Namara MJ, Federspiel CF, Spenger Dm. Biomechanical analysis of three surgical approaches for lumbar burst fractures using short segment instrumentation. Spine 1993;18:977-982.
5. Knop C, Bastian L, Lange U, Oeser M, Zdichavski M, Blauth M. Complications in surgical treatment of thoracolombar injuries. Eur. Spine J. 2002; 11(3):214-226.
6. McCormak T, Kariokovic E, Gaines RW. The load sharing classification of spine fractures. Spine 1994;19: 1741-1744.
7. Guven O, Kocaoglu B, Bezer M, Aydin M, Nalbantoglu U. The Use of Screw at the Fracture Level in the Treatment of Thoracolumbar Burst Fractures. J Spinal Disord Tech 2009; 22: 6.
8. Cho DY, Lee WY, Sheu PC. Treatment of thoracolumbar burst fractures with polymethyl methacrylate vertebroplasty and shortsegment pedicle screw fixation. Neurosurgery. 2003;53:1354–1360.
9. Knop C, Fabian HF, Bastian L, Blauth M. Late results of thoracolumbar fractures after posterior instrumentation and transpedicular bone grafting. Spine 2001;26(1):214-226.
10. Tezeren G, Kuru I. Posterior fixation of thoracolumbar burst fracture: short- segment pedicle fixation versus long-segment instrumentation. J Spinal Disord Tech. 2005;18:485–488.
11. Akbarnia BA, Crandall DG, Burkus K, Matthews T. Use of long rods and short arthrodesis for burst fractures of the thoracolumbar spine. A long-term follow up study. J Bone Joint Surg 1994;76-A(11):1629-1635.
12. Mumford J, Weinstein JN, Spratt KF, Goel VK. Thoracolumbar burst fractures. The clinical efficacy and outcome of non-operative management. Spine 1993; 18: 955–970.
13. Farcy JPC, Weidenbaum M, Glasmann SD. Sagittal index in management of thoaracolumbar burst fractures. Spine 1990; 9: 958–965.
14. Prolo DJ, Oklund SA, Butcher M. Toward Uniformity in evaluating results of lumbar spine operations: a paradigm applied to PLIF. Spine1986; 11: 601–606.
15. Denis F. Spinal instability as defined by threee column spine concept in acute spinal trauma. Clin. Orthop. 1984; 189:65-76.
16. Alvine GF, Swain JM, Asher MA, Burtun DC. Treatment of thoracolumbar burst fractures with variable screw placements or Isola instrumentation and arthrodesis: case series and literature review. J Spinal Disord Tech 2004;17(4): 251-264.
17. Bilgic S, Ege T, Koca K, Yurttas,Y, Ersen O, Oguz E, Sehirlioglu A. The efficiency of long segment transpedicular fixation in denis type-B thoracolumbar
burst fractures. J. Turkish Spinal Surg. 2010;21(1):39-48.
18. An HS, Simpson JM, Ebraheim NA, Jackson J. Low lumbar fractures comparison between conservative and surgical treatments. Orthopaedics 1992;15:367-373.
19. Esses SI, Botsford DJ, Kostuik JP. Evaluation of surgical treatment for burst fractures. Spine 1990;15:667–673.
20. Chen JF, Lee ST. Percutaneous vertebroplasty for treatment of thoracolumbar spine bursting fracture. Surg Neurol 2004;62(6): 494-500.
21. Gertzbein MD, Court-Brown CM, Marks P, Martin C, Fazl M, Jacops R. The neurologic outcome following surgery for spinal fractures. Spine 1988;70A:1182-1191
22. Kaneda K, Taneichi H, Abumi K, Hashimato T, Shigenobu S et al. Anterior decompression and stabilization with the Kaneda device for thoracolumbar burst fractures associated with neurological deficits. J Bone and Joint Surg 1997;79A(1): 69-83.
23. Sasso RC, Best NM, Reilly TM, McGuire AJ. Anterior only stabilization of three column thoracolumbar injuries. J Spinal Disord Tech 2005;18:7-14
24. Arrington ED, Smith WJ, Chambers HG, Bucknell AL, Davino NA. Complications of iliac crest bone graft harvesting. Clin Orthop 1996;329:300- 309.
25. McFlain RF. Biomechanics of long versus short fixation for thoracolumbar spine fractures. Spine. 2006;31(11):70-79.
Download attachments: KATD-239.pdf
Serkan Bilgic, Tolga Ege, Omer Ersen, Kenan Koca, Erbil Oguz, Ali Sehirlioglu. Posterior Fixation of Lumbar Burst Fractures. Comparison of Short Segment and Long Segment Pedicle Fixation. J Clin Anal Med. 2011;2(2):15-18
Citations in Google Scholar: Google Scholar
This work is licensed under a Creative Commons Attribution 4.0 International License. To view a copy of the license, visit https://creativecommons.org/licenses/by-nc/4.0/
Comparison of two Methods for Malondialdehyde Measurement
Saad Al-Fawaeir 1, E. Özgür Akgül 1, Tuncer Çaycı 1, Hilmi Demirin 2, Yasemin Gülcan Kurt 1, İbrahim Aydın 1, Mehmet Ağıllı 1, Esin Özkan 3, Halil Yaman 1, Erdinç Çakır 1, M. Kemal Erbil 1
1 Department of Medical Biochemistry, Gülhane Military Medical Academy, Ankara, 2 Department of Medical Biochemistry, School of Medicine, Süleyman Demirel University, Isparta, 3 Department of Medical Biochemistry, School of Medicine, Fırat University, Elazığ, Turkey
DOI: 10.4328/JCAM.209 Received: 18.02.2010 Accepted: 26.03.2010 Printed: 01.05.2011 J Clin Anal Med 2011;2(2):11-4
Corresponding Author: Yasemin Gülcan Kurt, GATA Tıbbi Biyokimya AD 06010 Etlik, Ankara, Türkiye. Phone: +903123043323 Fax:+903123043300 E-mail: ygkurt@gmail.com
Aim: In this study, we aimed to measure malondialdehyde levels by two different methods and compare these methods.
Material and Methods: Serum malondialdehyde levels of 60 volunteers were measured with thiobarbituric acid test and high pressure liquid chromatography after derivatization of malondialdehyde with 2,4 dinitrophenylhydrazine and these two methods were compared.
Results: A statistically significant difference (p<0.001) has been found in serum malondialdehyde levels measured by high pressure liquid chromatography (1.85±0.09 μmol/L) and spectrophotometry (2.47±0.18 μmol/L). Cohesion between measurements made by two different methods have been evaluated and the interclass correlation coefficient has been found as 0.365 (p=0.042). Statistically significant, weak-mild degree correlation has been found between measurements (r=0.284, p=0.028).
Conclusions: High pressure liquid chromatography method for malondialdehyde measurement after derivatization with 2,4 dinitrophenylhydrazine provided a more accurate and sensitive assessment of lipid peroxidation than the conventional spectrophotometric thiobarbituric acid method.
Keywords: Malondialdehide, Lipid Peroxidation, Oxidative Stress, High Pressure Liquid Chromatography, Spectrophotometric Method.
Introduction
Reactive oxygen species and particularly free radical induced lipid peroxidative tissue damage have been implicated in the pathogenesis of various diseases including diabetes, atherosclerosis, cancer and Parkinson’s disease [1-5, 7-9]. Lipid peroxidation by reactive oxygen species involves the oxidative deterioration of polyunsaturated fatty acids in biomembranes and generates a variety of aldehyde products including malondialdehyde (MDA) [5]. Production of MDA has been shown to be a relevant indicator to demonstrate the occurrence of in situ lipid peroxidation. [15]. MDA is a three-carbon compound formed by scission of peroxidized polyunsaturated fatty acids, mainly arachidonic acid. The analysis of MDA is most frequently done by spectrophotometric assays based on its reaction with thiobarbituric acid (TBA) at 100 0C in acidic media and measuring absorbance of the reaction mixture at 532 nm [5, 17, 18]. Although it is simple and inexpensive but non- specific since TBA reacts with many other carbonyl-containing compounds such as carbohydrates, pigments, amino acids [5, 8, 19 and 20]. This interference in the TBA assay causes considerable variability in the results [9; 14-16]. Alternatively derivatization of MDA with 2,4-dinitrophenylhydrazine (DNPH) and conversion into its pyrazole and hydrazone derivatives has been found to allow specific estimation of MDA, especially if combined with separation by HPLC [5, 13, 17 ,18]. The aim of this study was to compare two methods of MDA measurement, HPLC and TBA assay, in sera of healthy volunteers.
Material and Methods
All reagents and chemicals used in this experiment were analytical grade of highest purity. All organic solvents were HPLC grade. 1,1,3,3-tetraethoxypropane (TEP), trichloroacetic acid (TCA), 2-thiobarbituric acid (TBA) and dinitrophenylhydrazine (DNPH), sodium hydroxide (NaOH), perchloric acid, hydrochloric acid, sulfuric acid, methanol and ethanol were obtained from Merck (Germany). Acetonitrile was obtained from Sigma-Aldrich (Germany). Blood was collected by veni puncture into separated-gel tubes from 60 non smoker volunteers aged between 18 and 45 years. After centrifugation (400g 10 min at 4 0C) serum was immediately stored at -80 0C.
Dinitrophenylhydrazone Method by HPLC
50 μL of 6 M NaOH was added to 0.250 mL serum then incubated in a 60 0C water bath for an hour. The hydrolyzed sample was acidified with 0.125 mL of 35% (v/v) perchloric acid. After centrifugation for 10 minutes, 0.250 mL supernatant was mixed with 25 μL of 5 mM DNPH solution and incubated in dark for half an hour. 100 μL of the reaction mixture was directly injected into HPLC system [11]. MDA standard was prepared by dissolving 25 μL 1,1,3,3-tetraethoxypropane (TEP) in 100 mL of water to give a 1 mM stock solution. Working standard was prepared by dilution of 1 mL stock solution in
50 mL of 1% sulfuric acid and incubation for 2 hours at room temperature. The resulting MDA standard of 20 μmol/L was further diluted with 1% sulfuric acid to yield the final concentration of 10, 5, 2, 1 ,0.5, 0.2 μmol/L to get the standard curve for the estimation of total MDA. 0.250 mL of standard was mixed with 25 μL DNPH solution and incubated in dark for 30 minutes. 100 μL of the reaction mixture was directly injected into HPLC system. The samples were analyzed on an Agilent 1100 series HPLC apparatus (Germany). The analytical column was 125 X 4 mm ODS-2 C18 reserve phase column with particul size of 5μm (Thermo, England). The mobile phase was acetonitrile-distilled water (34:66, V/V) containing 0.2 % (V/V) acetic acid. All separations were performed at isocratic conditions with a flow rate of 1 mL/min and UV detector was set at 310 nm. MDA peaks were determined according to its retention time and confirmed by spiking with added exogenous standard. Concentrations of MDA were calculated from standard curve prepared from TEP and expressed as μmol/L.
Thiobarbituric acid Method by Spectrophotometry
0.5 mL of serum was shaken with 2.5 mL of 20% TCA in a 10 mL centrifuge tube. The mixture was warmed for 15 minutes in a boiling water bath followed by rapid cooling. After centrifugation at 5000 rpm for 10 min. 2 mL of the supernatant was added to 1 mL of 6.7% TBA and absorbance readings were performed at 532 nm. MDA standard was prepared by dissolving 50 μL of TEP to 25 mL of 40% ethanol to give 8360 μmol/L stock solution. Working solution was prepared by taking 100 μL of stock solution and adding this to 20 mL of 40% ethanol the resulting MDA standard of 41.8 μmol/L was further diluted with distilled water to yield 20.9, 10.45, 5.22, 4.86, 2.43, 1.22 and 0.61 μmol/L to get the standard curve of MDA.
Validation Study
The intra-day MDA assay precision was determined by ten replicate analyses of the serum sample on the same day. The inter-day assay precision was determined by analyzing the serum sample on ten different days. Intra and inter-day assay precision was determined for both HPLC method and spectrophotometric TBA assay. The data were presented as mean±standard deviation.
Statistical Analysis
Statistical analyses were performed using a software program (SPSS 15.0 for windows, Chicago, IL, USA). Data were
expressed as mean± S.D. The two different methods for measuring serum MDA levels were compared by t-test. Linear regressions between the methods were also calculated. A p value of less than 0.05 was considered as statistically significant.
Results
The standard curve gave a linear response for MDA concentrations and HPLC peak areas in the range of 0.2 to 20 μmol/L as shown in figure 1. A standard curve was also prepared for TBA and gave a linear response for MDA concentrations in the range of 0.61 to 20.9 μmol/L as shown in figure 2.
An important difference between serum MDA levels was observed. The mean±SD values of serum MDA levels with HPLC and TBA method were 1.87 ±0.06 μmol/L and 2.63±0.15 μmol/L respectively, at a significance of p<0.002. In all of the measurements, MDA levels of spectrophotometric method have been found higher than HPLC method. The paired differences between two measurements ranged from 8% to 61% with a 33.7% difference in median values.
The analytical conditions applied (alkaline hydrolysis of protein bound MDA, protein precipitation and derivatization of MDA with DNPH) yielded clear supernatant and thus no further extraction was necessary. Very good resolution was obtained, with no interfering peaks, which allowed a straightforward determination of the MDA as shown in figures 3 and 4.
While coefficient of variation (CV) of intra and inter-assay in the HPLC method was 3.3% and 4.3%, it was 5.5% and 4.4% for spectrophotometric TBA method respectively. Recovery of MDA was 97.8% in HPLC method (Figure 5) and 90% in spectrophotometric method.
Discussion
Determination of serum MDA levels is still the most commonly applied assay for lipid peroxidation in biomedical fields, because MDA is one of the major aldehydes formed after breakdown of lipid hydroperoxides. Therefore, it is considered to be a good biomarker of the free radical involvement damage in pathologies associated to oxidative stress [5-9].
Although determination of MDA after reaction with thiobarbituric acid is considered to have important limitations, even in its chromatographic approach, it is the method most
widely used in research laboratories. However, Pilz et al reported an alternative methodology based on derivatization of MDA with DNPH, that allowed determination of free and bound MDA in serum and plasma with good results, HPLC based determination of the MDA hydrazone, has proved to be precise and reproducible, as well as sensitive enough to reflect differences in the oxidative status in vivo [11]. In this method centrifugation of sample, followed by release of protein-bound MDA by alkaline hydrolysis of supernatants, and derivatization of MDA is required without any further extraction steps before direct injecting into the chromatographic system. Rapid separation by HPLC and monitorization of the well-resolved MDA peak by UV detection, good recovery, reproducibility and high sensitivity makes this method easy and suitable to quantify MDA in biological samples [5, 7, 8, 11 and 14].
In our experiment MDA was determined by two methods as a comparison study to find the most accurate, sensitive and specific method. We used HPLC system to find MDA after derivatization with DNPH and as dithiobarbituric acid adduct in human serum. Comparative evaluation for the determination of MDA was made between the conventional spectrophotometric and HPLC procedure. Our HPLC method was validated for the measurement of free MDA in the human serum.
As expected, MDA levels were significantly different. It is clear that there is also a difference between the methods used. This difference could be explained by the occurrence of chemical interference.
The conventional spectrophotometric procedure requires TBA to be added to the sample and heated at 100 0C to form the MDA-TBA complex. During the formation of this complex unsaturated fatty acids in biological sample also react with TBA to form colored complexes, which absorb light at or near 535 nm [5-12] Hence, spectrophotometric detection includes both MDA-TBA complex and other complexes which absorb at the
same wavelength a higher amount of MDA is obtained.
Our aim in this experiment was to develop a method for measurement of MDA simple enough for routine determination. The samples were derivatized with DNPH since the procedure proceeds rapidly under certain pH and temperature and resulting derivatives were unique for a given aldehyde. In previous studies, it has been reported that these derivatives are stable in the absence of light and could be separated by HPLC to get a specific signal for MDA. These are important advantages for analyzing of MDA content in complex biological samples in relation to the commonly used TBA assay [1, 4, 5, 7-9].
We found mean 1.87±0.06 μmol/L of total MDA in human serum by using HPLC method as MDA-DNPH, This result is closed to the previous results reported by different authors with slight differences, these differences may be related to the factors such as age and nutrition of healthy volunteers [11].
On the other hand we found 2.63±0.15 μmol/L of total MDA in human serum by spectrophotometric method as MDA-TBA. This result is about 20% lower than the reported values.
MDA-DNPH method by HPLC represent acceptable recovery levels about 98.8%, other studies have also reported good recovery levels for this method, while MDA-TBA method represent a lower recovery levels about 90%. In this experiment, we found MDA determination by HPLC is more sensitive during run to run and within run measurements
In conclusion, the HPLC method after derivatization with DNPH provided a more accurate and sensitive assessment of lipid peroxidation than the conventional spectrophotometric TBA method. The short retention time of MDA (approximately 7.5 minutes) reduced the total analysis time. About 0.5 mL of sample volume is required to measure the MDA-(TBA) 2 complex spectrophotometrically, whereas only 0.25 mL is enough to detect MDA directly by HPLC. This method also minimized chemical materials loss which makes it preferable over other methods.
References
1. Middelton E., Determination of MDA by High Pressure Liquid Chromatography in serum as biomarker of oxidative stress, Int. J, Pharmacol 34: 344, 1996.
2. Mora A., Paya M., Rios J.L., Alcaraz M.J., Gastroprotective effect of aqueous extract of Cistus incanus in rats, Biochem, Pharmacol, 40: 793, 1990.
3. Kehrer J.P., Free radicals and side products released methylmethacrylate polymerization are cytotoxic for osteoblastic cells. FCrit. Rev, Toxical , 23: 21, 1993.
4. Cascales M., Oxidative stress in a tissue phospholipase A2 which releases free arachidonic acid, Biochemistry, Oxidative stress, vol. 4, 1997.
5. Chromatogr J., Determination of Malondialdehyde (MDA) by HPLC, In serum and liver as a biomarker for oxidative stress, B, 827: 76-82, 2007.
6. Nurten Tukozkan, Husamettin Erdamar, Ilgim Seven, Measurement of total Malondialdehyde in Plasma and Tissues by High-Performance Liquid Chromatography and Thiobarbituric Acid Assay, Firat medical J 11[2]: 88-92, 2006.
7. Anookpumar-Dukie S., Walker R.B., Daya S., A sensitive and reliable methods for the detection of lipid peroxidation in biological, J Pharm Pharmacol 53: 263-6, 2001.
8. Cordis G.A., Das D.K., Riedel W., High-performance liquid chromatographic peak identification of 2, 4 dinitrophenylhydrazine derivatives of lipid peroxidation aldehydes by photodiode array detection, J Chromatogr A 798:117-23, 1998.
9. Templar J., Kon S.P., Milligan T.P., Newman D.J., Raftery M.J., Increased plasma malondialdehyde levels in glomerular disease as determined by a fully validated HPLC method, Neprol Dial Transplant 14: 946-51, 1999.
10. Slatter D.A., Bolton C.H., Bailey A.J., The importance of lipid derived malondialdehyde in diabetes mellitus, Diabetologia 43: 550-7, 2000.
11. Pilz J., Meineke I., Gleiter C.H., Measurement of free and bound malondialdehyde in plasma by high-performance liquid chromatography as the 2,4-dinitrophenylhydrazine derivative, J Chromatogr B Biomed Sci Appl 742: 315-725, 2000.
12. Dib M., Garrel C., Favier A., Robin V., Desnuelle C., Can malondialdehyde be used as a biological marker of progression in neurodegenerative disease? J Neural 249: 367-25, 2002.
13. Ceconi C., Cargononi A., Pasini E., Condorelli E., Curello S., Ferrari R., Evaluation of phospholipids peroxidation as malondialdehyde during myocardial ischemia and reperfusion injury, Am J Physiol 260: H1057- 61, 1991.
14. Verbunt R.J., Egas J.M., Van der Laarse A., Risk of overestimation of free malondialdehyde in perfused rat hearts due to homogenization artifacts, Cardiovase Res 31: 603-6, 1996.
15. Blokhina O., Virdainen E., Fagerstedt K.U., Antioxidants, Oxidative damage and oxygen deprivation stress, 91; 179-94, 2003.
16. Suttnar J., Cermak J., Dyr E., and Improvement in the HPLC malondialdehyde level determination in normal human plasma, Anal Biochem, 249: 20, 1997.
17. Suttnar J., Masova L., Dyr E., Determination of Malondialdehyde by HPLC as 2,4- dinitrophenylhidrazone, J Chromatogr B, 751: 193, 2001.
18. Guttar Lidge, JMC. Lipid peroxidation and antioxidants as biomarkers of tissue damage. Clin Chem., 41 [12]: 1819-1828, 1995.
19. D, Janero R., Measurement of reversed phase high performance liquid chromatography of malondialdehyde in normal human urine, Free Radical, Biol Med, 9: 515, 1990.
Download attachments: KATD-209.pdf
Saad Al-Fawaier, Emin Ozgur Akgul, Tuncer Cayci, Hilmi Demirin, Yasemin Gulcan Kurt, Ibrahim Aydin, Mehmet Ağıllı, Esin Özkan, Halil Yaman, Erdinç Çakır, M. Kemal Erbil. Comparison of two Methods for Malondialdehyde Measurement. J Clin Anal Med. 2011;2(2):11-4
Citations in Google Scholar: Google Scholar
This work is licensed under a Creative Commons Attribution 4.0 International License. To view a copy of the license, visit https://creativecommons.org/licenses/by-nc/4.0/
The Effect of Diaphragmatic Plication on Pulmonary Function Test, Dyspnea Score and Arterial Blood Gases: Analysis 11 Patients with Diaphragmatic Elevation
Ufuk Çobanoğlu 1, Fuat Sayir 1, Duygu Mergan 1, Osman Toktas 2
1 Göğüs Cerrahisi Ana Bilim Dalı, 2 Genel Cerrahi Ana Bilim Dalı, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi, Van, Türkiye
DOI: 10.4328/JCAM.253 Received:13.04.2010 Accepted: 05.05.2010 Printed: 01.05.2011 J Clin Anal Med 2011;2(2):7-10
Corresponding Author: Ufuk Çobanoğlu, Göğüs Cerrahisi Ana Bilim Dalı, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi, Van, Türkiye. GSM: +905362199397 E-mail: ozcank20@hotmail.com
Aim: Diaphragmatic evantration or paralysis in adults is associated with respiratory distress. In this study, we aimed to compare preoperative and postoperative pulmonary function tests, arterial blood gas analyses and dyspnea scores of the cases in whom plication had been performed for diaphragmatic elevation.
Material and Methods: Between January 2004 and March 2010 eleven adult patients who had undergone diaphragmatic plication due to diaphragmatic paralysis and eventration were analyzed. There were 7 (63.63%) men and 4 (36.37%) women aged 28-65 (mean 38 ± 2.9). Diaphragmatic plication was performed. Pulmonary function test, dyspnea scores, and arterial blood gases in the preoperative and postoperative period were studied.
Results: Dyspnea was present in all of the cases and a decrease in both FVC, FEV1, FEV1/FVC values of pulmonary function test and partial pressure of oxygen in the arterial blood were observed. In chest x-ray and thorax computed tomography, it was detected that right or left diaphragm was elevated. Diaphragmatic paralysis was detected by fluoroscopy in 6 patients. Transthoracally, diaphragmatic plication was performed to the cases. There were no postoperative complications or deaths. In postoperative six and twelve months, significant improvements in the symptoms, the values of pulmonary function tests, partial pressure of oxygen in the arterial blood and dyspnea scores of the patients were observed.
Conclusions: Diaphragmatic plication is a safe and effective procedure for adult patients with dyspnea due to unilateral diaphragmatic elevation. Lung expansion is easily achieved by performing diaphragm plication.
Keywords: Diaphragm, Eventration, Paralysis, Plication.
Giriş
Diyafragmanın asıl anatomik fonksiyonu torasik ve abdominal kaviteleri ayırmak olmasının yanısıra, esas fizyolojik fonksiyonu ventilasyondaki rolüdür. Diyafragma, akciğerlere gelen havanın yaklaşık %75’inin girişini sağlayan önemli bir solunum kasıdır. Diyafragmanın her bir cm’lik vertikal hareketi 300-400 ml havanın yer değiştirmesini sağlar [1].
Erişkinlerde görülen diyaframa yükselmeleri ve felçleri, sebebi tam olarak açıklanamayan ve nadir görülen hastalıklardandır [2-5]. Doğumsal ve edinsel diyafragma yükselmeleri, felce bağlı olan ve olmayan şeklinde ikiye ayrılır [3]. Kalp cerrahisi, yaralanmalar, tümörler, kas-sinir hastalıkları, granülamatöz hastalıklar (Tüberküloz vb.) ve timus cerrahisi en çok bilinen nedenlerdir [5,6]. Bazı hastalarda etiyoloji ortaya konabilmesine rağmen, hala birçok hastada sebep açıklanamamaktadır. Bu hastalarda bazı viral enfeksiyonlar diyafragma yükselmesinden sorumlu tutulmaktadır [2,6,7].
Erişkinlerde tek taraflı diyafragma paralizisi veya evantrasyonu her zaman belirgin solunumsal semptomlar vermez. Bu gruptaki hastaların cerrahi tedavisi için kesin endikasyonlar oluşmamıştır. Biz semptomları olan ve laboratuar yöntemlerle hipoksemisi gösterilen hastalarımızda cerrahi tedavi olarak diyafragma plikasyonu uyguladık. Bu çalışmada amacımız diyafragma elevasyonu olan hastalarımızda, diyafragma plikasyonunun klinik ve laboratuar sonuçlarını gözlemlemek ve bundan sonraki olguların tedavisine yön vermekti.
Gereç ve Yöntem
Ocak 2004- Mart 2010 yılları arasında diyafragma elevasyonu nedeniyle plikasyon operasyonu uygulanan 11 olgu retrospektif olarak incelendi. Olguların 7 (%63.63)’si erkek, 4 (%36.37)’ü kadın hastalardı. Yaş ortalamaları 38 ± 2.9 (28-65)idi.
Tüm olgulara tanı amacıyla göğüs radyografisi, toraks tomografisi ve floroskopi (sniff testi) yapıldı.
Olgular preoperatif dönemde ve postoperatif 1. hafta, 1., 6. ve 12. aylarda Medical Research Council (MRC) Dispne Skalası (Tablo-I), arteryel kan gazı analizi ve solunum fonksiyon testi ile değerlendirildiler.
Arteryel kan gazı analizi için radial arterden heparinize enjektöre alınan 1-2mL kan Rapid Lab BGA 348 (USA) kan gazı analizi cihazı ile çalışıldı. Solunum fonksiyon testleri Spiro Lab III (Italy) spirometre cihazı ile gerçekleştirildi.
Operasyon Tekniği: Tüm olgularda 6-8. interkostal aralıktan torakotomi uygulandı. Diyafragmanın toraks içerisinde yukarı doğru eleve olduğu görüldü. 0 ipek sütürler, 7 veya 8 sıra posteromedialden anterolaterale doğru frenik sinir liflerini çaprazlayacak şekilde, her bir sırada 6-7 kez diyafragmadan geçilerek askıya alındı. Sütürlerin hepsi birden gerilerek diyafragma üzerindeki Frenik sinir dallarına paralel olarak plikasyon sağlandı. Düğümler oturtulduktan sonra diyafragma pozisyonunun restore edilmiş olduğu görüldü.
İstatistik Analiz
Üzerinde durulan özellikler bakımından tanımlayıcı istatistikler; ortalama, standart sapma, minimum ve maksimum değer olarak ifade edilmiştir. Bu özellikler bakımından ölçüm zamanları arasında fark olup olmadığını belirlemek amacıyla; tekrarlanan ölçümlü varyans analizi yapılmıştır. Varyans analizini takiben farklı zamanları belirlemek amacıyla Tukey testi yapılmıştır. Hesaplamalarda istatistik anlamlılık düzeyi % 5 olarak alınmış ve hesaplamalar SPSS (ver:13) istatistik paket programında yapılmıştır.
Bulgular
Diyafragma elevasyonu 11 olgunun 10’nunda (%90.90) sol, 1’inde (%.9.1) sağ tarafta tespit edildi. Tüm olgularda dispne mevcuttu (Tablo-II). Olguların fizik muayenesinde elevasyonun olduğu tarafta inframammarial, infraskapuler ve infraaksiller alanda göğüs hareketlerinde ve solunum seslerinde azalma tespit edildi. Taktil vokal fremitus da azalmış olarak saptandı.
Tanı amacıyla olguların tümüne göğüs grafisi, toraks tomografisi ve paralizi tespiti için floroskopi yapıldı. Göğüs grafisinde (%63.63) ve toraks tomografisinde (%81.81) en sık bulgu hemidiyafragma yükselmesi idi (Tablo-III). Paralizinin tespiti amacıyla floroskopi hastalar dik ve supin pozisyonda iken yapıldı. Skopi altında ilgili taraftan diyafragmanın soluk alma ile ilgili hareketleri gözlendi. 11 olgunun 6’sında (%54.54) normal soluk alma ile o taraftaki diyafragmada hareket gözlenmezken, derin soluk alma manevrası ile (Sniff testi) paradoksal hareket ve mediastinal sallanma tespit edildi.
Olgularda elevasyona en sık (% 36.37) travma ve operasyon sekelinin neden olduğu tespit edildi (Grafik-1). Elevasyona yol
açan operasyonlar; koroner baypass operasyonu (n:2), karaciğer hidatik kist operasyonu (n:1), timektomi (n:1) ve lobektomi (n:1) olarak belirlendi. Travma olgularının üçü araç içi trafik kazası, bir olgu ateşli silah yaralanması idi. Sniff testi ile paralizi tespit edilen altı olgunun birisi tüberküloz, dördü operasyon sekeli ve birisi travma etiyolojili olgu idi.
Operasyon sonrası hiçbir hastamızda morbidite ve mortalite görülmedi. Ortalama hastanede kalış süreleri 7.4 ± 1.8 (3-14 gün) olarak tespit edildi.
Olguların preoperatif ve postoperatif dönemde solunum fonksiyon testleri değerlendirildiğinde, FEV1, FVC ve FEV1/FVC’nin preopreatif döneme göre postoperatif 1., 6. ve 12. ayda düzeldiği ve aralarındaki farkın istatistiksel olarak anlamlı (p<0.05) olduğu tespit edildi (Tablo-IV).
MRC dispne skorunun preoperatif döneme göre postoperatif dönemde giderek azaldığı ve aralarındaki farkın istatistiksel olarak anlamlı (p<0.05) olduğu görüldü (Tablo-V).
pO2’nin postoperatif 1. haftadan itibaren düzelmeye başladığı ve 12. ayda diğerlerine göre en üst seviyeye ulaştığı, pCO2’nin postoperatif 1. haftadan itibaren normale döndüğü ve bu değerini tüm takip ayları boyunca sürdürdüğü, oksijen saturasyonun ise postoperatif 1. aydan itibaren düzeldiği tespit edildi ve aralarındaki farkın istatistiksel olarak anlamlı olduğu (p<0.05) saptandı (Tablo-VI).
Tartışma
Diyafragma yükselmesi ya da felci ender görülen hastalıklardır [8,9]. Tüm diyafragmanın komplet elevasyonu bizim olgularımızda olduğu gibi erkeklerde ve solda daha sık görülmektedir [10,11].
Diyafragma elevasyonlarında; evantrasyon ve paralizi ayrımını yapmak için etiyolojik faktörlerin tespitini yapmak her zaman mümkün olmayabilir. Evantrasyon konjenital bir hadise olmasına rağmen diyafragma paralizisi sonradan kazanılmaktadır [12]. Bununla birlikte bu iki durumun oluşturduğu semptomlar ve cerrahi tedavi yöntemleri pek farklılık göstermez [1].
Bu çalışmada diyafragma elevasyonu olan 11 olgunun 6 (%54.54) ‘sında paralizi tespit edilmiştir.
Direk akciğer grafisinde ve toraks tomografisinde bir hemidiyafragmanin yükselmiş olarak izlenmesi ve skopi altinda “sniff testinde o taraf diyafragmada paradoks hareket görülmesi tanı koydurucudur [12]. Biz de olgularımızın tümünde doğru tanıyı bu şekilde koyduk.
Erişkinlerdediyafragmaparalizisiveyaevantrasyonunda semptomlar daha hafiftir ve tolere edilebilir [1]. Fakat bazı hastalarda KOAH gibi akciğer hastalıklarının olması olayı agreve eder ve ciddi solunum sıkıntısı ve hipoksemiye neden olabilir.
Diyafragma elevasyonu olan olgularda vital kapasite azalmakta ve restriktif tipte solunum yetmezliğine sebep olmaktadır [12]. Oğuzkaya ve arkadaşlarının [12] 10 olguluk serilerinde olduğu gibi bizim de cerrahi tedavi uyguladığımız tüm olgularımızda dispne mevcuttu ve MRC dispne skalası ile dispne skorları tespit edildi. Eoston ve arkadaşları, diyafragma felcinin solunum fonksiyonlarına olumsuz etkilerini bu tarz bir çalışmayla bildirmişlerdir [13]. Bizim olgularımızda da preoperatif dönemde yapılan solunum fonksiyon testi değerlerinin oldukça düşük olduğu görülmüştür (Tablo-IV).
Bu olgularda en önemli operasyon endikasyonu, hastada solunum kısıtlaması yapması ve bunun solunum fonksiyon testleri ile teyit edilmiş olmasıdır [12,14] .
Bu tip hastalarda solunum fonksiyon testleri çalışmaları, ameliyatın hastalığın iyileşmesine yaptığı olumlu katkıyı ortaya koymuştur [5,9,12,13]. Bir çok yazar da plikasyon sonrası hastaların semptomlarında, solunum fonksiyon testlerinde ve kan gazlarında çok anlamlı düzelmeler belirtmektedirler [6,12,14]. Ayrıca uzun dönem sonuçları da çok iyidir [14].
Plikasyon yönteminde amaç hemidiyafragmayı gergin hale getirerek o taraf akciğerin kompliyansını artırmak, paradoks hareketi ortadan kaldırmak ve mediastenin stabilitesini sağlamaktır [12,15-17].
Bu çalışmada da plikasyon yapılan olgularımızın postoperatif dispne sokurlarının, solunum fonksiyon testlerinin ve kan gazı analizlerinin popstoperatif dönemde belirgin olarak düzeldiği ve bu düzelmenin 1 yıllık takiplerinde istatistiksel olarak anlamlı olduğu tespit edilmiştir. (Tablo- IV,V,VI).
Sonuç olarak, erişkinlerde semptomatik hale gelmiş veya solunum fonksiyonlarında bozulmaya neden olmuş diyafragma elevasyonlarında cerrahi tedavi düşünülmelidir. Böylece postoperatif dönemde semptomların gerilediği ve solunum fonksiyonlarının belirgin derecede düzeldiği görülmektedir.
Kaynaklar
1.Shields TW, Diaphragmatic function, diaphragmatic paralysis and evantration of the diaphragm. In: Shields TW, ed. General Thoracic Surgery. Philadelphia: Lippincott Williams and Wilkins, 2000; 617-21.
2. Anderson JP, Keal EE. Cervical herpes zoster and diaphragmatic paralysis. Br. J. Dis. Chest. 1969;63:222-6.
3.Kızılcan F, Tanyel FC, Hiçsönmez A et al. The Long-Term Results of Diaphragmatic Plication. J of Pediatr Surg 1993; 28:42-4.
4.Piehler JM, Pairolero PC, Gracey DR et al. Unexplained Diaphragmatic Paralysis: A Harbinger of Malignant Disease? J Thorac Cardiovasc Surg 1982;84: 861-4.
5. Diaphragma for Unilateral Eventration or Paralysis. Eur J Cardio-Thorac Surg 1992;6:357-60.
6. Graham DR, Kaplan D, Evans CC et al. Diaphragmatic Plication for Unilateral Paralysis: A 10-Year Experience. Ann Thorac Surg 1990; 49: 248-52.
7. Brostof J. Diaphragmatic Paralysis After Herpes Zoster Br Med J 1966;2:1571-2.
8. Mouroux J, Padovani B, Poirier NC et al. Technique For The Repair of Diaphragmatic Eventration. Ann Thorac Surg 1996;62:905-7.
9.Suzumura Y, Terada Y, Sonobe M et al. Case of Unilateral Diaphragmatic Eventration Treated by Pilcation With Thoracoscopic Surgery. Chest 1997;112:530-2.
10. Akel S, Nasr W. Multiple ipsilateral congenital diaphragmatic pathologies: rarities to consider. Eur J Pediatr Surg 2001; 3:200-3.
11. Kadowaki M, Mizuno S, Umeda Y, et al. A case of bilateral diaphragmatic paralysis clinically suggestive of brachial neuritis. Nihon Kokyuki Gakkai Zasshi 2005; 43: 513-7.
12.Wright CD, Williams JG, Ogilvie CM et al. Results of diaphragmatic plication for unilateral diaphragmatic paralysis. J Thorac Cardiovasc Surg, 1985;90:195-8.
13. Eoston PA, Fleetman JA, de la Rocha A et al. Respiratory Function After Paralysis of The Right Hemidiaphragma. Am Rev Respir Dis 1983;127:125-8.
14. Higgs SM, Hussain A, Jackson M, et al. Long term results of diaphragmatic plication for
unilateral diaphragm paralysis. Eur J CardioThorac Surg 2002; 21: 294-7.
15. Eren Ş, Ulki R, Onat S, Eren N. Erişkinlerde tek taraflı diafragma paralizisi ve diafragma plikasyonu. Dicle Tıp Dergisi 2003; 30: 82-5.
16. Gürkök S, Genç O. Diyafragma paralizisinde diyafragma uyarımı. Türkiye Klinikleri 2005;25: 111-7.
17. Oğuzkaya F, Bilgin M, Akçalı Y et al. Erişkinlerin tek taraflı diyafragma paralizisi ve evantrasyonunda diyafragma plikasyonu. GKDC Dergisi 1998; 6: 63-7.
Download attachments: KATD-253.pdf
Ufuk Cobanoglu, Fuat Sayir, Duygu Mergan, Osman Toktas. The Effect of Diaphragmatic Plication on Pulmonary Function Test, Dyspnea Score and Arterial Blood Gases: Analysis 11 Patients with Diaphragmatic Elevation. J Clin Anal Med. 2011;2(2):7-10
Citations in Google Scholar: Google Scholar
This work is licensed under a Creative Commons Attribution 4.0 International License. To view a copy of the license, visit https://creativecommons.org/licenses/by-nc/4.0/
Retrospective Analysis of COPD Patients, Who Were Treated in Hospital (One Year Follow up)
Cantürk Taşçı, Deniz Arık, Ergün Uçar, Metin Özkan, Ergün Tozkoparan, Hayati Bilgiç
GATA Göğüs Hastalıkları AD., Ankara, Türkiye
DOI: 10.4328/JCAM.169 Received: 12.01.2010 Accepted: 19.02.2010 Printed: 01.05.2011 J Clin Anal Med 2011;2(2):4-6
Corresponding Author: Cantürk Taşçı, GATA Göğüs Hastalıkları AD. Etlik, Ankara, Türkiye. Phone: +905326460218 E-mail: canturktasci@yahoo.com
Aim: The aim of this study is to evaluate the demographic and other characteristics of the patients hospitalized patients with COPD exacerbations.
Material and Methods: We evaluated the characteristics of hospitalized patients with COPD retrospectively to determine the causes of hospitalization.
Results: Eighty-one patients with COPD were hospitalized 197 times within a year. Hospitalized ones were usually hypercapnic severe COPD patients and patients with a concomitant disease had prolonged hospitalizations.
Conclusion: Severe and very severe COPD patients were hospitalized more often. Hospital stay in very severe COPD patients were longer and these patients needed non-invasive and invasive mechanical ventilatory support. Patients with concomitant disease and who were smokers hospitalized more and hospital stay was longer. Mortality was also higher in these patients.
Keywords: COPD Exacerbation, Retrospevtive Study, Mechanical Ventilation.
Giriş
KOAH tam olarak geri dönüşümlü bir hastalık olmadığın- dan dolayı, bu hastalar hastalıklarının seyri sırasında za- man içersinde hastanede yatarak tedavi olmak zorunda kalabilmektedirler. İlaçlarını düzenli kullananlar, diyetleri- ne uyum gösterenler, infeksiyonlardan uzak kalabilenler, hastalıkları ileri evre olmayanlar, hastalıklarında daha az alevlenme yaşamakta ve survileri daha iyi olabilmektedir. Özellikle kış aylarında soğuk hava ve infeksiyonların etki- siyle KOAH hastaları daha sık alevlenmeler geçirebilmek- tedirler. Yapılmış olan çalışmalarda da alevlenmelerin bü- yük oranda sebebini infeksiyonlar oluşturmaktadır [1-3]. KOAH’nın ileri evrelerinde, alevlenmeler ile mücadele daha zor olmakta, morbidite ve mortaliteleri artabilmek- tedir. Alevlenme sıklığı artanların ve bu ataklar sırasın- da, hastanede yatarak tedavi görmek zorunda kalanların mortalitesinin arttığı da bilinmektedir [4].
Hastanede yatarak tedavi gören KOAH’lı hastaların de- mografik bulguları ve laboratuvar özelliklerinin incelenerek değerlendirilmesi amaçlandı. KOAH’lı hastaların dosyaları retrospektif olarak taranarak; laboratuvar bulguları, kan gazları, hastane yatış süresi, uygulanan tedavi protokolle- ri değerlendirilip klinisyenlere bu hasta grubunda detaylı bilgi verilmek istendi.
Gereç ve Yöntemler
Hastane yerel etik kurulundan onay alınıp, retrospektif olarak yapılan bu çalışmada, bir yıl içersinde (01 Ocak 2008 – 31 Aralık 2008 tarihleri arasında) hastanede ya- tarak tedavi gören KOAH tanılı hastaların, son bir yılda ve toplamda hastaneye yatış sayısı, hastaneye yatış endi- kasyonu, yılın hangi aylarında hastaneye yattıkları, hasta- neye yatış anındaki arteriyal kan gazı parametreleri, yatış anındaki beyaz küre sayıları, solunum fonksiyon test pa- rametreleri, hastanede kaç gün yatarak tedavi gördükleri ve noninvazif ya da invazif mekanik ventilatör desteği alıp almadıkları gibi özelliklere sahip veriler Excel programın- da incelenerek yüzde frekansları hesaplanmıştır.
Bulgular
KOAH’a ek olarak
diabetes mellitus
hastalığı eşlik edi-
yordu. 197 yatış
işleminin 142’si
soğuk aylar olarak
adlandırılan altı ay
içinde, 57’si ise sı-
cak aylarda dağılım
göstermiştir. Şekil
1’de hastaların en
yoğun olarak baş-
vurdukları ilk altı
ay hasta dağılımı
görülmektedir. Tüm
KOAH’lı hastaların spirometrik ölçümleri elektif şartlarda poliklinik koşullarında yapılmış olup, KOAH tanıları GOLD kriterlerine uygun olarak koyulmuştu [5]. 81 KOAH’lı has- tanın 14’ü evre 2, 32’si evre 3, 35’i evre 4 olarak bulun- muştur (Tablo 2). 197 yatış işleminin ortalama hastanede yatış süresi 18 ± 9,7 gün idi. Hastaların kliniğe yattıkla- rı ilk gündeki ortalama arterial kan gazı değerleri Tablo 3’de gösterilmiştir. Ortalama beyaz küre sayıları 14200 ± 8900 olarak sonuçlandı. 197 adet kliniğe yatış işlemi, 81 hastadan oluşmakta olup, 81 hastanın 8’i altı kez, 5’i dört kez, 21’i üç kez, 19’u iki kez, 28’i bir kez yatarak tedavi görmüştü (Tablo 4). 9 ayrı hastaya, toplam 16 yatışta no- ninvazif mekanik ventilasyon (NIMV) tedavisi uygulanmış- tır. NIMV tedavisi uygulanan hasta grubunun, kliniğimizde üçten fazla yatarak tedavi gören hasta grubunda olması dikkat çekici idi. Bu dokuz hastanın beşi dört kez, dördü de altı kez yatarak tedavi görmüştü. Bir yıl içinde toplam beş hastaya invazif mekanik ventilasyon uygulanmış olup, üçü ex olmuştur. Seksen bir KOAH’lı hastanın sadece üçü ex olmuştur. Mortalite oranı %0,03 olarak saptandı. İnvazif mekanik ventilatör uygulanan beş hastanın üçü dört kez, ikisi altı kez yatarak tedavi gören hastalar olarak tespit edildi.
Tartışma
KOAH’lı hastaların hastaneye yatış nedenlerinin, KOAH alevlenme ve hipokside derinleşme olduğu görüldü. KOAH ile birlikte ek kronik hastalığı olan olgularda hastaneye yatış sıklığında artma dikkati çekiyordu. Altı ve dört kez hastanede yatarak tedavi gören 13 hastanın KOAH’a ek olarak diabetes mellitus hastalığının ortak olarak yer alması dikkat çekiciydi. Bilindiği gibi diabet, immün sis- temi zayıflatan kronik hastalıkların başında gelmektedir [6]. Gliseminin düzensiz seyretmesi de infeksiyonlara yat- kınlık sağlamakta ve oluşan infeksiyonun da tedavisini zorlaştırmaktadır. Göksel T. ve arkadaşlarının yaptıkları bir çalışmada, diabeti olan KOAH’lıların hastaneye yatış sıklığının olmayanlara göre istatistiksel olarak daha fazla olmadığı ancak hastanede yatış sürelerinin istatistiksel olarak daha fazla olduğunu göstermişlerdir [7]. Bizim olgularımızda sadece KOAH hastalığı olup ek bir kronik hastalığı olmayan olgularda son bir yıl içinde hastaneye yatış en fazla iki kez idi. Beklendiği gibi soğuk havalar olarak nitelendirdiğimiz aylarda yatarak tedavi gören olgu sayımızda artma dikkat çekiciydi. Soğuk hava, im- mün sistemde zayıflamaya neden olmaktadır. Bu mev- simlerde gribal infeksiyonların toplumda görülme sıklığı da artmaktadır. KOAH’lı hastaların gribal infeksiyonlara yakalanma durumunda, hastalıklarının şiddetinin daha da artabileceği bilinmektedir. Bu yüzden soğuk mevsim- lerde, diğer sıcak mevsim olarak adlandırdığımız aylara göre KOAH’lı hastalar hastanede yatarak tedavi görmek zorunda kalabilmektedir. Yine üç ve daha fazla sayıda ya- tarak tedavi gören hastaların yatış anında değerlendirilen AKG’ında pCO2 yüksekliği görüldü. Aynı grup hastaların SaO2 değerleri de düşük seviyede idi. Üçten fazla yatarak tedavi gören hastalarda NIMV tedavisi belirgindi. Bu grup hastaların AKG’ında, kronik kompanze solunumsal asidoz tablosu baskındı. Kronik hipoksik KOAH’lı hastaların stabil dönemdeki alınan kan gazlarında kompanze respiratuar
asidozu olduğu görülebilir. PCO2 basınçları yüksek olarak seyreden KOAH’lıların daha sık dekompanze solunumsal asidoza girebildikleri tahmin edilebilir. Bu grup hastaların, bir kısmının da evde uzun süreli oksijen tedavisi kullan- dıkları bilinmektedir. Hastalıklarının alevlenme hallerinde, hastaneye başvurularında solunumsal asidozun belirgin- leşerek noninvazif mekanik ventilatöre ihtiyaç duydukları görülmüştür [8]. Dosya taramasında da gördüğümüz gibi NİMV tedavisi bu grup hastalara uygulanmıştır. Geçirilen üst ya da alt solunum yolu infeksiyonlarında hastaların genel durumları kötüleşerek, hastanede yatarak tedavi görme durumunda kalmışlardır. Hastaların beyaz küre sa- yıları da değerlendirildiğinde normal değerlerin üstünde olduğu görülmüştür (14200±8900). Bu da KOAH alevlen- me nedeniyle yatırılan hastaların infeksiyon tablosunun ön planda olduğu anlamına gelmekteydi. KOAH alevlenme nedeniyle takip edilen hastalarda, infeksiyon tablosundan bakteri ve virüslerin büyük oranda sorumlu olduğu bilin- mektedir. Yapılmış olan çalışmalarda da KOAH alevlen- mesinin bakteriyel ya da viral kökenli olduğu bilinmektedir [9, 10].
Yapılmış olan bir araştırmada, KOAH’lılar için kötü prog- noz kriterleri arasında ileri yaş, kilo azlığı, düşük FEV1 düzeyi olarak belirlemişlerdir [11]. Bizim de olgularımıza baktığımızda hastanede üçten fazla yatarak tedavi gören KOAH’lıların ağır KOAH (FEV1<50) ve çok ağır KOAH gru- bunda (FEV1<30 ya da sağ kalp yetmezliği) olduğu görül- dü. Özellikle NIMV ve IMV uygulanan hastaların çok ağır KOAH grubunda olması dikkat çekiciydi.
Sonuç olarak; KOAH’lı hastaların ileri evrelerinde daha sık hospitalize oldukları, KOAH alevlenme durumlarında hastaların hipoksemilerinde belirginleşme ve karbondi- oksit seviyelerinde artma olduğu ve alevlenmelerin bü- yük kısmında enfeksiyonların ön planda olduğu, NIMV ve IMV tedavilerinin yine ağır ve çok ağır KOAH grubunda hastaneye yatışlarda sık olarak kullanıldığı, hiperkarbik KOAH’lıların, karbondioksit retansiyonu olmayanlara göre daha çok hospitalize oldukları dikkat çekmiştir.
Kaynaklar
1. Donner CF. Infectious exacerbations of chronic bronchi- tis. Monaldi Arch Chest Dis 1999; 54: 43-8.
2. Erk M. KOAH Alevlenmesi.Solunum 2003 Vol 5;6: 285- 290.
3. Hacıevliyagil S, Günen H, Mutlu L, Gülbaş G. Kronik Ob- strüktif Akciğer Hastalığında Alevlenme Nedenleri. Solunum Hastalıkları 2006; 17: 8-12.
4. Wedzicha JA, Donaldson GC. Exacerbations of chronic obstructive pulmonary disease. Respir Care. 2003 Dec;48(12):1204-13; discussion 1213-5.
5. NHLBI/WHO Workshop Report. Global Initative for Chronic Obstructive Lung Disease. 2003: 1-100.
6. Çelikbaş A. Diabet seyrinde gelişen enfeksiyonlarda im- munopatogenez. Klimik Dergisi;18(1);2005:17-20.
7. Göksel T, Çok G, Karakuş H, Güzelant A, Bayındır Ü. Dia- betes Mellitusun Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı Ataklarının Seyri Üzerindeki Etkisi. Türk Toraks Der- gisi, 2002;(3),1:26-30.
8. Çalıkoğlu M. KOAH Alevlenmesine bağlı akut solunum yetmezliğinde Non-invazif mekanik ventilasyon. Solunum 2009; KOAH Alevlenmesi Ek Sayısı: 22-29.
9. Varkey Jay B and Varkey B. Viral infections in COPD patients. Current Opinion in Pulmonary Medicine Vol 2, No 2, 2008.
10. Toraks Derneği Kronik Obstrüktif A k c i ğ e r Hastalığı tanı ve tedavi rehberi. KOAH çalışma gru- bu. Toraks Dergisi 2000; 1:2.
11. Fakılı F, Elbek O. Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı Alevlenmesi ve Sonuçları. Gaziantep Tıp Dergisi, 2009;(15)1:88-91.
Download attachments: KATD-169.pdf
Canturk Tasci, Deniz Arik, Ergun Ucar, Ozkan, Ergun Tozkoparan, Hayati Bilgic. Retrospective Analysis of COPD Patients, Who Were Treated in Hospital (One Year Follow up). J Clin Anal Med. 2011;20112(2):4-6
Citations in Google Scholar: Google Scholar
This work is licensed under a Creative Commons Attribution 4.0 International License. To view a copy of the license, visit https://creativecommons.org/licenses/by-nc/4.0/
Physicians’ Opinions of Phytotherapy Products
Zerrin Gamsızkan 1, Alev Esen Kurt 1, Alev Yücel 2, Murat Kartal 3
1 Ankara İl Sağlık Müdürlüğü Aile Hekimliği Şubesi, 2 Ankara İl Sağlık Müdürlüğü Sağlık İl Eğitim Kurulu, 3 Farmakognozi Anabilim Dalı, Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi, Ankara, Türkiye
DOI: 10.4328/JCAM.132 Received: 07.12.2009 Accepted: 19.02.2010 Printed: 01.05.2011 J Clin Anal Med 2011;2(2):1-3
Corresponding Author: Zerrin Gamsızkan, Ankara İl Sağlık Müdürlüğü Aile Hekimliği Şubesi, Ankara, Türkiye. E-mail: zgamsizkan@yahoo.com
Aim: This study has been conducted to determine of family physicians’ level of knowledge and perspectives with herbal products therapy (phytotherapy) – and herbal products.
Material and Methods: Present study, which is a type of descriptive study, is designed with the participation of the family physician specialists and assistants working public or private health organizations in several cities in between June 2007 and April 2008 by via electronic mail. In this research, a specifically developed questionnaire including 11 questions was applied for the physicians.
Results: 150 physicians participated in to the research from 30 provinces. The half of the study participants (75 people) was male. The mean age was 34.4. The 63.1% of the participating physicians stated that they applied or interested in phytotherapy. The 36.9% of physicians determined that they were against to phytotherapy or not interested. The major reasons of the opposition or indifference are lack of evidence-based and not having enough study in this subject (50.0%), the insufficient legal regulations (16.7%), only being able to be a the placebo effect (8.3%), and the thinking of being able to have harmful side effects (4.2%). There was not statistically significant difference between gender and interest in phytotherapy (p: 0.567). The 28.2% of the participating physicians stated that they ask to their patients whether using herbal products or not before their treatment or prescription.
Conclusion: Phytotherapy, which is frequently mentioned and used in currently, is a fact to be considered whether it is interested or not. Many studies show that it is useful while the physicians taking medical history to inquire about if the patient use of this any product, to detect possible interactions and harms. In addition, the studies emphasize that the production and consumption of herbal products is still not designed with legal regulation, there is no standardization of quality and evidence-based data is insufficient. It is a crucial necessity of more comprehensive studies and relevant legal regulations for health.
Keywords: Phytotherapy, Physicians.
Giriş
Bitkisel ürünlerle tedavi günümüzde gerek hekimler ve sağlık çalışanları, gerekse hastalar tarafından giderek ar- tan düzeyde kullanılmaktadır. Dünyada ve ülkemizde mil- yonlarca insanın bitkisel ürünlere rahatça ulaşabilmesi ve bilinçsiz kullanımı birtakım sağlık sorunlarını beraberinde getirir. Uzak doğu ve batıda bu tedavilerle ilgili sistemler geliştirilmiştir ve sıkı denetimler mevcuttur. Ülkemizde ise bitkisel ürünlerle tedavi kullanımı kurumsallaşmamış ve sistematize edilmemiştir.
2007 yılında yapılmış olan bir çalışmaya göre çalışma- ya katılanların üçte ikisinin kanıta dayalı endikasyonla- rı olmadan bitkisel ürünleri kullandığı belirtilmiştir [1]. Avustralya’da tamamlayıcı tıp yöntemlerini kullanan has- talarla yapılan bir anket çalışmasına göre reçeteli ilaç ile beraber tamamlayıcı tıp yöntemlerini kullanan hasta dü- zeyi %39.0 olarak bulunmuştur [2]. Bitkisel ürünlerin artan kullanım oranlarına rağmen hekimler ve farmakologlar bu ürünlerin etki ve yan etkileri hakkında yeterli bilgiye sahip değildirler. Bitkisel ürünlerle tedavinin sık kullanı- mı nedeniyle hekimlerin bu ürünlerin klinik etkileri, yan etkileri, dozları ve muhtemel ilaç-bitkisel ürün etkileşimi konusunda dikkatli olmaları ve hastaları da bilgilendirme- leri gerekir. Nitekim son yayınlarda bu bitkisel ürünlerin kullanımının hemolitik anemi [3], ciddi nefropati [4], kolit [5] gibi yan etkilerle ilişkili olduğu belirtilmiştir. Cheme ve ark. bir hastada Saw Palmetto (cüce palmiye) kullanımına bağlı olarak intraoperatif ciddi kanama geliştiğini bildiren vaka sunumu yayımlamışlardır [6]. Yine başka bir yayında ekinezyanın 8 hafta kullanıldığında hepatotoksisite yaptı- ğı ve bu yüzden anabolik steroidler, amiadaron, metotrek- sat ve ketokonazol gibi hepatotoksik ilaçlarla birlikte kul- lanılmaması gerektiği vurgulanmaktadır [7]. Bu gibi yan etki ve ilaç etkileşimlerinden kaçınmak için hekimlerin ilaç reçete ederken hastalarından ayrıntılı anamnez almaları, muhtemel ilaç-bitkisel ürün etkileşimi konusunda hasta- larına tavsiyelerde bulunabilmek için yeterli bilgiye sahip olmaları gereklidir.
Hekimlerin bitkisel ürünlerle ilgili deneyimleri ve bu konu- ya olan ilgileri hakkında birçok yayın mevcuttur. Hekimle- rin bakış açısı hakkında yapılan anket çalışmaları geniş bir yelpaze oluşturmaktadır. Marian F. ve arkadaşları konvan- siyonel tedavi yapan doktorların aynı zamanda tamamla- yıcı tıptan yararlandıklarını açığa çıkarmıştır [8]. Yine Aziz ve arkadaşlarının yaptığı bir çalışma, doktorların kişisel eğilimleri ve deneyimlerinin bitkisel ürün tavsiye etmede etkili olduğunu göstermektedir [9]. Doktorlara hastaları tarafından bitkisel ürünler hakkında soru sorulduğunda en azından bu ürünlerin yan etkileri ve ilaç etkileşimlerini tartışabilecek bilgiye sahip olmaları gerektiği belirtilmek- tedir [10].
Bu çalışmada, Türkiye’deki aile hekimi uzmanı ve asis- tanlarının bitkisel ürünler hakkındaki eğilim, deneyimleri ile uygulamalarda karşılaştıkları etkilerin ve bu ürünlerin kullanımına ilişkin bazı ayrıntıların belirlenmesi amaçlan- maktadır.
Gereç ve Yöntemler
Bu çalışmada, Türkiye’de yaklaşık 850 aile hekimliği uz- manı veya asistanının üye olduğu web sitesi üzerinden ortak mail grubundan 11 sorudan oluşan bir anket gönde- rilmiştir. Anketin cevaplanma düzeyi %34,4’dür. Anketteki sorular hekimlerin bitkisel ürünler hakkındaki bilgilerini ve eğilimlerini ortaya çıkarmaya yönelik daha önce yapılmış olan çalışmaların anket formlarından yararlanılarak araş- tırmacılar tarafından bu çalışmaya özel olarak oluşturul- muştur. Sorularda hekimlere bitkisel ürünler hakkındaki genel eğilimleri, bitkisel ürünlerle tedavi kavramına bakış açıları, bitkisel ürünlerle tedaviye karşı olmaları durumun- da bunun sebepleri soruldu (Tablo 1). Ankette Türkiye’de
en sık bahsi geçen ve bilinen bitkisel ürünleri ortaya çıkar- maya yönelik sorular da vardı (Tablo 2). Aynı zamanda bitki- sel ürünlerin muhtemel yan et- kileri ve reçete edilen ilaçlarla etkileşime girebilecek ürünleri anamnezde önemseyip önem- semedikleri soruldu. İlgi duyan hekimlerini bitkisel ürünlerle il- gili bilgileri toplama kaynakları da sorulara dahil edildi ve eği- tim almak isteyip istemedikleri soruldu. Ayrıca fitoterapinin kullanım alanlarına dair görüş- leri soruldu (Tablo 3).
Bulgular
Bu çalışmaya 76 aile hekimliği uzmanı ve 74 aile hekimliği araştırma görevlisi katılmıştır. Çalışmaya katılan doktor- ların yaş ortalaması 34.4±6.1’dir. Çalışmaya katılanların %50.0’ı (75 kişi) erkek, %50.0’ı (75 kişi) kadındır. Çalışmamıza katılan kadın hekimlerin 49’u (%65.3), erkek hekimlerin ise 45’i (%60.8) bitkisel ürünlerle tedavi konu- suyla ilgilendiklerini belirtmişlerdir. Çalışmamızda bitkisel ürünlere ilgi duyma konusunda erkek ve kadın hekimler arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmamış- tır (p=0.567). Aynı zamanda yaşa göre de bitkisel ürün
lere ilgi duyma konusunda anlamlı fark bulunmamıştır (p=0.391).
Hekimlerin 83’ü (%55.3) hastaları tarafından bitkisel ürün- ler hakkında bilgi talep edildiğini, 42’si (% 28.2) anamnez alırken ve reçete yazarken hastalarına bitkisel ürün kulla- nıp kullanmadıklarını sorduklarını belirtmişlerdir. Hekim- lerin 55’i ( %36.9) bitkisel ürünlere karşı olduklarını, 15’i (%27.2) karşı olma sebebinin “bitkisel ürünlerle tedavinin kanıta dayalı olmadığı ve bu konuda yeterince bilimsel çalışmanın yapılmaması” olduğunu, 12’si (%21.8) ise bu konuda yasal düzenlemenin yetersiz olmasını belirtmişler- dir. Diğer karşı olma nedenleri ise; bitkisel ürünlerin za- rarlı ve yan etkilerinin olması, hastalıkları tedavi etmede etkisiz olduğunun düşünülmesi, sadece plasebo etkisinin olduğunun düşünülmesi şeklinde belirtilmiştir. Hekimlerin 84.6’sı bitkisel ürünlerle tedavi yöntemleri konusunda eği- tim almak istediklerini belirtmişlerdir. Eğitim almak iste- me sebeplerinin başında hastalarının kendilerinden bilgi istemesi ve muhtemel ilaç etkileşimlerini bilmek olduğu belirtilmiştir. Hekimlerin %12.6’sı ise bitkisel ürünlerle tedavinin gelecekte çok etkin bir şekilde kullanılacağını dü- şündükleri için eğitim almak istediklerini belirtmişlerdir. Çalışmaya katılan doktorların büyük bir çoğunluğu bitkisel ürünlerle ilgili bilgileri medya (televizyon ve internet) aracılığıyla edindiklerini belirtmişlerdir.
Tartışma
Bu çalışma hekimlerin bitkisel tedavi yöntemlerine bakış açı- sını değerlendirmek amacıyla yapılan bir çalışmadır. Tamam- layıcı tıp ve bunun bir parçası olan bitkisel ürünlerle tedaviye hekimlerin bakış açısı birçok araştırmacı tarafından incelen- miştir. Avustralya’da yapılmış bir çalışmada katılımcıların üçte ikisinin bu yöntemlerin etkili olduğunu ve %80’den faz- la hekimin de güvenli olduğunu düşündükleri görülmektedir [11]. Dünya Sağlık Örgütü kişilerin %80’inin doğal tedaviye inandığını açıklamıştır [12]. Burada dikkat edilmesi gereken nokta; bitkisel ürünlerin doğadan geldikleri ve doğal olarak nitelendirildikleri için güvenli olarak algılanmasıdır. Özlem ve arkadaşlarının yaptığı derlemede belirttiği gibi, doğal olan her şeyin hem hastalar hem de hekimler tarafından zararsız olarak algılanmaması gerekir [13]. Çalışmaya katılan hekim- lerin yarısından fazlası hastaları tarafından bitkisel tedaviye yönelik bilgi istendiğini belirterek, bu konuda bilgilerinin nasıl arttırılacağı konusunda yardım istediklerini, ve gerekirse eği- tim almak istediklerini belirtmişlerdir. Hekimlerin eğitim alma isteklerinin diğer sebepleri ise muhtemel ilaç etkileşimlerini
tahmin edebilmek ve bitkisel ürünlerle tedavinin gelecekte çok etkin bir şekilde kullanılacağını düşünmeleriydi. Bu çalışmaya benzer bir sonuç Cohen ve arkadaşları tarafından yapılan ça- lışmada tespit edilmiştir. Cohen ve arkadaşları yaptıkları çalış- mada hekimlerin hastalarıyla daha iyi iletişim kurabilmek ve bu ürünlerin yan etkileri açısından riskleri en aza indirebilmek için bu konularda eğitim almak istediklerini belirtmişlerdir [11]. Bu çalışmada doktorların %71.8’inin anamnez alırken hasta- larına bitkisel ürün kullanımını sormadıklarını belirtmişlerdir. Saw ve arkadaşlarının yaptığı bir çalışmada bitkisel ürün kul- lanan hastaların %90’dan fazlasının bitkisel ürün kullandığını hekimle paylaşmadığı belirtilerek hastalara anamnezde özel- likle bitkisel ürün kullanımım sorulması gerektiği vurgulanmak- tadır [14]. Bush ve arkadaşlarının yaptığı çalışmada özellikle diabetik hastalarda bitkisel ürün ve ilaç birlikte kullanımında hipoglisemi gibi ciddi yan etkilerin görülebileceği belirtilmiş- tir [15]. Yine Ang-Lee ve arkadaşları preoperatif hasta de- ğerlendirirken doktorların ameliyatta herhangi bir sıkıntı ile karşılaşmamaları için anamnezde bitkisel ilaç kullanımını sor- maları gerektiğini vurgulamışlardır [16]. Mark Goldszmidt ve arkadaşlarının yaptığı çalışmada da hekimlerin çoğunun sağlık hizmetlerinde kullanmak üzere en az bir tamamlayıcı tıp yön- temi hakkında eğitim alıp uzman olmak istedikleri belirtilmek- tedir [17]. Bunun aksine Slovenya’da yapılan bir çalışmada ise hekimlerin çoğunun alternatif tıp ve fitoterapi yöntemlerine kuvvetle negatif baktıkları ortaya çıkmıştır. Bunun nedenleri olarak: hastalarının bu konu hakkında bilgi istemelerine rağ- men yasalarda tam netlik olmaması, devletin kontrol etmiyor olması, güvenli olmaması sebepleriyle buradaki hekimlerin konuya sıcak bakmadıkları belirtilmektedir [18]. Bu çalışma- da da hekimlerin 12’si fitoterapi ürünleri ile tedavinin yasal düzenleme ile kontrol edilmesi gerektiğini belirtmişlerdir. Ta- mamlayıcı tıp uygulamaları dünyanın bazı bölgelerinde sosyal güvenlik kurumu tarafından ödenmektedir. Singapur’da 2000 yılında parlementodan geçen yasal bir düzenleme ile doktorlar dahil bütün sağlık çalışanlarının hem modern tıptan hem de geleneksel tıptan faydalanabileceklerine karar verilmiştir [19]. Ülkemizde henüz bitkisel ürünlerle tedavi; sağlık ödemeleri içinde değildir. Dünya sağlık örgütünün belirttiği gibi birçok in- sanın doğal tedaviye inanması ve kullanma eğiliminde olması ve aynı şekilde ülkemizde de yaygın olarak gelişigüzel kulla- nılması bu konunun sağlıklı hale getirilmesini gerekli kılmak- tadır. Özellikle insanların bu bilgileri ehil olmayan kişilerden ve doğruluğu kanıtlanmamış birçok bilginin bulunduğu çeşitli yayın kanalları ve internetten almasının sakıncaları göz önün- de bulundurulması gerekmektedir.
Kaynaklar
1. Bardia A, Nisly NL, Zimmerman MB, Gryzlak BM, Wallace RB. Use of herbs among adults based indications: findings from the National Health Interview Survey. Mayo Clin Proc. 2007; 82:561-566.
2. Jun Tze Saw, Mohd Baidi Bahari, Hooi Hoon Ang, Yu Hoe Lim. Potential drug-herb interactions with antiplatelet/anticoagu- lant drugs. Complementary therapies in clinical practice 2006; 12: 236-241
3. Gandolfo GM, Girelli G, Conti L. Hemolytic anemia and thrombocytopenia induced by cyanidanol. Acta Haematol. 1992;88:96-99
4. Lin JL. Ho YS. Flavonoid-induced acute nephopathy .Am J Kid- ney Dis. 1994;23:433-440
5. Baeugerie L, Luboinski J, Brusse N. Drug induced lymphocytic colitis .Gut. 1994;35:426-428
6. Cheema P, El-Mefty O, Jazieh AR. Intraoperative haemorrhage associated with the use of extract of saw palmetto herb: a case report and review of literature. J Intern Med.2001; 250:167-169
7. Miller LG. Herbal medicinals: selected clinical considerations focusing on known or potential dru-herb interactions. Arch Intern Med.1998; 158:2200-2211
8. Marian F, Widmer M, Herren S, Dönges A, Busato A. Physicians’philosophy of care: A comparisonof complemen- tary and conventional medicine. Forch Komplementarmed. 2006;13:70-77
9. Aziz Z. Herbal medicines: practices of recommendation by phy- sicians. J Clin Pharm Ther. 2004;29:241-246
10. Kerridge, J.McPhee. Ethical and legal issues at the interface of complementary medicine and conventional medicine. Med J Aust 2004;181:164-166
11. Cohen MM, Penman S, Pirotta M, Da Costa C. The integra- tion of complemantary therapies in Australian general prac- tice: results of a National Survey. J Altern Compement Med 2005;11:995-1004.
12. www.saglık.tr.net/genel saglik bitkilerle tedavi.shtml
13. Özlem S, Deniz Ç. Fitoterapi: bitkilerle tedaviye dikkat(!). 2005;14:182-187.
14. Saw JT, Bahari MB, Ang HH, Lim YH. Potential drug-herb in- teraction with antiplatelet/anticoagulant drugs. Complement Ther Clin Pract.2006;12:236-241.
15. Bush TM, Rayburn KS, Holloway SW, Sanches-Yamamoto DS, Allen BL, Lam T et al. Adverse interactions between herbal and dietary subtances and prescription medications: a clinical survey. Altern Ther Med. 2007; 13:30-35.
16. Ang-Lee MK, Moss J, Yuan CS. Herbal medicines and periop- erative care. JAMA. 2001; 286:208-216
17. Goldszmidt M, Levitt C, Duarte-Franco E, Kaczorowski J.Complementary health care services: a survey of general practitioners’ views. CMAJ 1995;153:29-35
18. Premik M. Alternative medicine in Slovenia: some social-med- ical views. Health Care Anal. 1998;6:59-64.
19. 19.Ho NK. Understanding traditional Chinese medicine a doc- tor’s viewpoint. Singapore Med J. 2001;4:487-492.
Download attachments: KATD-132.pdf
Zerrin Gamsizkan, Alev Esen Kurt, Alev Yucel, Murat Kartal Physicians’ Opinions of Phytotherapy Products. J Clin Anal Med. 2011;20112(2):1-3
Citations in Google Scholar:
This work is licensed under a Creative Commons Attribution 4.0 International License. To view a copy of the license, visit https://creativecommons.org/licenses/by-nc/4.0/
Treatment of Iatrogenic Tracheal Laceration with Cervical Mediastinotomy and Tube Drainage; a Case Report
Berkant Özpolat 1, Cansel Atinkaya 2, Nezih Özdemir 3
1 Department of Thoracic Surgery, Kırıkkale University Faculty of Medicine, Kırıkkale, 2 Department of Thoracic Surgery, Pamukkale University Faculty of Medicine, Denizli, 3 Department of Thoracic Surgery, Dokuz Eylül University Faculty of Medicine, İzmir, Turkey
DOI: 10.4328/JCAM.240 Received: 28.03.2010 Accepted: 19.04.2010 Publihed Online: 22.04.2010
Corresponding Author: Berkant Özpolat, Kırıkkale University School of Medicine, Department of Thoracic Surgery, 71100, Kırıkkale, Turkey. GSM: 05058395247 E-mail: berkantozpolat@yahoo.com
Tracheobronchial injury is a life threatening complication of endot-racheal intubation. An intubation induced tracheal laceration diag-nosed aſter massive subcutaneous emphysema, in a 7-year-old girl who underwent a cystotomy and capitonnage operation through a standard thoracotomy for pulmonary hydatid cyst is presented. She was treated with cervical mediastinotomy and tube drainage with an uneventful clinical outcome. Conservative and surgical tre-atment methods are discussed.
Keywords: Intratracheal Anesthesia, Trachea, Pneumomediastinum, Laceration, Subcutaneous Emphysema.
Introduction
Despite the great number of intubations and diagnostic or therapeutic endobronchial interventions, iatrogenic tracheal lacerations are rare complications [1]. Aſter double-lumen tube intubations, the frequency of tracheobronchial rupture (TBR) remains low, estimated between 0.05% – 0.19%. Location of the lesions is generally posterior, mainly concerning the mem-branous wall of the trachea or the junction between the mem-branous wall and the cartilage [2]. Management of iatrogenic TBR is controversial. Besides surgical therapy, a growing body of evidence showing that iatrogenic TBR can be dealt conserva-tively in selected cases [1,3]. A life threatening complication of iatrogenic tracheal laceration which is successfully managed by cervical mediastinotomy and tube drainage is presented.
Case
A 7-year-old girl was admitted with complaints of cough, sore throat and fever. Her physical examination revealed an upper respiratory infection. Chest radiography showed a right middle zone mass and computed tomography scan revealed a cystic mass 14×15 cm in diameter in the same location (Figures 1,2). Indirect hemagglutination test result supported the prediagno-sis of hydatid cyst. A right posterolateral muscle sparing tho-racotomy was performed under single lumen endotracheal tube ventilation. The mass was identified at the upper lobe to be hydatid cyst. Cystotomy and capitonnage was carried out with-out any peroperative complication. The patient was extubated and moved to intensive care unit. Six hours aſter the operation she started to develop subcutaneous emphysema in the jugular notch progressing to neck and chest wall. Posteroanterior chest radiography showed excessive subcutaneous emphysema. A mild hemoptysis started. Computed tomography scan revealed pneumomediastinum with air along trachea and the operated lung totally expanded (Figure 3). Rigid bronchoscopy was per-formed under general anesthesia and a 10 mm laceration was detected on the right side of trachea close to the membranous part, 2 cm above the carina. A small transverse incision in the suprasternal notch was done, similar to a mediastinoscopy inci-sion. Pretracheal fascia was dissected easily due to extensive pneumomediastinum and a 12F silicone chest tube was placed the lodge anteriorly to trachea to evacuate the continuing air leak from the tracheal laceration. The skin incision is closed firmly and the tube was connected to underwater drainage (Fig-ure 4). Subcutaneous emphysema resolved immediately and the mediastinal tube was withdrawn 2 days later. She was dis-charged on postoperative day 9 with no further complications. Her follow up period was uneventful.
Discussion
Tracheal injuries, independent of their origin, are life threat-ening incidents [3]. The risk for tracheal laceration seems to increase with difficult or emergency intubations, multiple vigor-ous attempts of an inexperienced anesthesiologist, or the in-appropriate use of a stylet. In most cases, they are due to an overinflated cuff, or to sudden moves of the tube. Inappropriate tube size is one of the most important risk factor reported in the literature [1,2]. The symptoms appear during surgery or immediate postoperative period are hemoptysis and subcuta-neous emphysema of the head, neck, and upper chest and in severe cases, dyspnea and cyanosis [1,3,4]. Massive progres-sive subcutaneous emphysema and mild hemoptysis were ob-served at the 6th postoperative hour, without dyspnea in our case. Computed tomography scan coupled with bronchoscopy is necessary for diagnosis and aid to choose the most appro-priate treatment method [1,5,6]. Computed tomography scan revealed pneumomediastinum and bronchoscopy showed a 10 mm laceration on the right side of trachea close to the mem-branous part, 2 cm above the carina in our case. There is no established standard for the treatment of iatro-genic tracheal lacerations. The length, type, infection and clini-cal status of the patient are important factors for the choice of appropriate treatment. Small tears about 1 cm can be treated conservatively whereas in lesions larger than 2 cm, presence of extensive subcutaneous emphysema, pneumothorax and/or pneumomediastinum early surgical repair is recommended [1,7]. The surgical approach is determined by the location of the tear: leſt cervicotomy for the cervical trachea, right tho-racotomy in the fourth intercostal space for the thoracic part [2]. Angelillo-Mackinlay proposed a new technique to take on this intubation-related complication. He performed a cervical mediastinoscopy incision similar to our method but additionally sutured the tear through a vertical incision made in the anterior wall of the trachea. The patient was intubated with a small sin-gle tube, retracted laterally to allow the suturing of the tear [4]. Temporary tracheostomy, as well as tracheal intubation, may be performed to prevent the patient from sudden intrabronchial hyperpressures caused by coughing, which may worsen subcu-taneous emphysema and widen the tear [1,7]. Conservative treatment was preferred in our case, although sub-cutaneous emphysema was massive and progressive. Besides the length of laceration was long compared to an adult and me-diastinum was involved. Our method includes a cervical medi-astinotomy via jugular notch and tube drainage resulted in total resolution of pneumomediastinum on the 5th postoperative day. We conclude that, in pediatric age group cervical mediastinoto-my and tube drainage may be used as an alternative treatment approach for management of iatrogenic tracheal laceration.
References
1. Borasio P, Ardissone F, Chiampo G. Post-intubation tracheal rupture: A report on ten cases. Eur J Cardiothorac Surg. 1997;12:98-100.
2. Massard G, Rougé C, Dabbagh A, Kessler R, Hentz JG, Roeslin N, et al. Tracheobronchial laceration aſter intubation and tracheostomy. Ann Thorac Surg. 1996;61:1483–87.
3. Marty-Ane ́ CH, Picard E, Jonquet O, Mary H. Membranous tracheal rup-ture aſter endotracheal intubation. Ann Thorac Surg. 1995;60:1367–71.
4. Angelillo-Mackinlay T. Transcervical repair of distal membranous tracheal laceration. Ann Thorac Surg. 1995;59:531–2.
5. Carbognani P, Bobbio A, Cattelani L, Internullo E, Caporale D, Rusca M. Management of Postintubation Membranous Tracheal Rupture. Ann Thorac Surg. 2004;77:406–9.
6. Balci AE, Eren N, Eren S, Ülkü R. Surgical treatment of post-traumatic tracheobronchial injuries: 14-year experience. Eur J Cardiothorac Surg. 2002;22:984-9.
7. Kaloud H, Smolle-Juettner FM, Prause G, List WF. Iatrogenic ruptures of the tracheobronchial tree. Chest. 1997;112:774-8.
Download attachments: KATD-24.pdf
Berkant Ozpolat, Cansel Atinkaya, Nezih Ozdemir. Treatment of Iatrogenic Tracheal Laceration with Cervical Mediastinotomy and Tube Drainage; a case report. J Clin Anal Med. 2011;2(2):55-56
Citations in Google Scholar: Google Scholar
This work is licensed under a Creative Commons Attribution 4.0 International License. To view a copy of the license, visit https://creativecommons.org/licenses/by-nc/4.0/
Treatment of an Unusual Case of Fibroepithelial Polyp (A case report)
Müjgan Güngör Hatipoğlu 1, Güliz Güncü 2, Hasan Hatipoğlu 3, Feriha Çağlayan 2
1 Oral Diagnoz ve Radyoloji, Diş Hekimliği Birimi, Sağlık Hizmetleri Eğitim Araştırma ve Uygulama Merkezi, Dumlupınar Üniversitesi, Kütahya, 2 Periodontoloji Anabilim Dalı, Diş Hekimliği Fakültesi, Hacettepe Üniversitesi, Ankara, 3 Periodontoloji, Diş Hekimliği Birimi, Dumlupınar Üniversitesi, Sağlık Hizmetleri Eğitim, Araştırma ve Uygulama Merkezi, Kütahya, Türkiye
DOI: 10.4328/JCAM.168 Received: 12.01.2010 Accepted: 21.02.2010 Printed: 01.05.2011 J Clin Anal Med 201 1;2(2):46-8
Corresponding Author: Hasan Hatipoğlu, Dumlupınar Üniversitesi, Sağlık Hizmetleri Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi Hastanesi, Diş Hekimliği Birimi-Periodontoloji, Merkez Kampus, Tavşanlı Yolu 10.Km., Kütahya, Türkiye. Phone: +902742652031 E-mail: perio.hasan@gmail.com
Fibroepithelial polyp has densely collagenous, well organised connective tissue and usually occurs on the hard palate beneath a maxillary denture.A 48 year old female patient with gingival overgrowth in the mandibular anterior region referred to the Department of Perio-dontology, with complaint of chewing and esthetic problems. She was using a fixed prosthesis between mandibular canine to canine. The lesion was totally excised. A second surgery, free gingival graft, was applied. Wound healing was without any problems.
Keywords: Hyperplasia, Gingiva, Oral Surgical Procedures.
Giriş
Ağız da şişlik veya büyüme şeklinde ortaya çıkan ve travma ile ilişkilendirilebilecek lezyonlar şunlardır: Epulis, fibroepi-telyal polip, hematom, mukosel, protezlere bağlı granu-lamatöz büyümeler (denture granulamata) ve cerrahi am-fizemdir. [1]. Bu olguda ise olağan dışı olarak alt anterior kesici diş bölgesinde sabit bir protezin altında oluşan bir fibroepitelyal polip olgusu ve rekürensin önlenmesini amaç-layan bir seri periodontal cerrahi prosedürü sunulmaktadır.
Olgu
Alt anterior bölgesinde dişeti büyümesi olan 48 yaşında-ki bayan hasta, Hacettepe Üniversitesi Diş Hekimliği Fa-kültesi Periodontoloji Anabilim dalına, çiğneme ve estetik problemleri nedeniyle sevk edilmiştir. Lezyonun yaklaşık 32 x 12 mm boyutlarında olduğu ve düzensiz bir şekle sahip olduğu görülmüştür. Sistemik olarak hastanın hipertan-siyonu olduğu ve 5 yıldır amlodipin (5 mg,1×1) kullandığı öğrenilmiştir. Hastanın alt çene kanin dişleri arasında sabit protezi bulunmaktadır (Resim 1). Protez marjinlerinde ol-dukça yoğun miktarda diş taşı varlığı göze çarpmıştır. Has-ta lezyonun yaklaşık 1 yıl önce ortaya çıktığını belirtmiş-tir. Öncellikle hastanın sabit restorasyonları çıkartılmıştır (Resim 2). Lokal anestezi (articain HCI 40 mg, epinefrin HCI 0.006mg/ml,1.7 cc) yapıldıktan sonra lezyonun boyu-tu nedeniyle kanamayı azaltmak ve kontrol altında tutmak için “stick-tie” sutürler uygulanmıştır. Daha sonra eksternal bevel insizyonlarla lezyon uzaklaştırılmış ve bölge basit su-türler ile birbirine yakınlaştırılarak iyileşmeye bırakılmıştır. Hastaya postoperatif olarak parasetamol (500 mg, 3×1), klorheksidin glukonat oral sprey (% 0.2, 3×1) verilmiştir. Çıkartılan lezyon 3 parça şeklinde histopatolojik inceleme-ye gönderilmiştir. Biyopsi materyali makroskopik olarak 2x2x1,5 cm ve 1x1x0,5 cm boyutlarında 3 adet, krem beyaz renkli sert doku olarak elde edilmiştir. Patolojik tanı fibro-epitelyal polip şeklinde gelmiştir. Hastanın dikişleri 7. gün-de alınmış olup 15. günde kontrole çağırılmıştır. Hastanın yapılan değerlendirilmesinde kret tepesine yakın bölgede restorasyonun yapılmasını takiben plak birikimini artıracak bir irregüler alan varlığı izlenmiştir (Resim 3). Ayrıca yapı-şık dişeti yetersizliği göze çarpmıştır. Uygun bir mukozal-gingival ilişkinin sağlanması ve dolayısıyla bölgenin rahat temizlenebilmesi amacıyla bölgeye ikinci bir cerrahi ile kret yüzeyini örtecek şekilde üst çene sert damaktan elde edilen serbest dişeti grefti yerleştirilmiştir. Greftin kret tepesine yakın konumlandırılması nedeniyle sutürler, doku yapıştı-rıcısı (Epiglu®, etil–2-siyanoakrilat, tek doz) ile desteklen-miştir (Resim 4). Hastaya bu cerrahi sonrasında postopera-tif olarak amoksisilin (500mg, 3×1), parasetamol (500mg, 3×1)ve klorheksidin glukonat oral sprey (%0,2, 3×1) veril-miştir. Hastanın sutürleri 10.günde uzaklaştırılmıştır. İkinci cerrahinin altı hafta sonrasında yapılan kontrolünün ardın-dan protetik restorasyonları yapılmıştır (Resim 5-6).
Tartışma
Fibroepitelyal polip, çiğneme problemlerine ve aynı zaman-da estetik problemlere neden olabilir. Fibroepitelyal polip pembe renkli, ağrısız saplı veya geniş tabanlı şişliklerdir. Bu lezyonların çapı birkaç milimetreden bir kaç santimetreye değişebilir [2].Genelde yanak bölgesinde, oklüzal yüzeye yakın bölgeler-de, dudaklarda ve dilde, damakta protetik restorasyonlar altında oluşması da sık izlenilen bir durumdur [2]. Kronik minör travmanın bu lezyonların oluşumunda etkili olduğu düşünülmektedir [2,3]. Bu tarz lezyonlar genel olarak histopatolojik görüntülerinde hiperplastik bir özellik ortaya koyar [3]. Yoğun, oldukça avasküler ve daha çok skar dokusuna benzeyen asellüler fibröz doku tipiktir. Fibroepitelyal polipin yüzeyi çok katlı skuamoz epitel ile çevrilidir. Bu tabaka kalınlık bakımından farklılık gösterebilir ve bazı bölgelerinde hiperkeratoz özel-liği sergiler. Tipik olarak enflamatuar hücre infiltrasyonuna çok az veya hiç rastlanmaz [2] . Olgumuzda bu lezyonun histopatolojik değerlendirme önce-sinde menşei bilinmediğinden olası bir kanama probleminin önüne geçmek için “Stick – Tie” benzeri bir sutür uygulama-sı yapılmıştır. Bu tarz sutür uygulamalarına “transfiksiyon sutür” u adı da verilir [4]. Bu tarz uygulamalar hemostatın uygulama güçlüğünün bulunduğu büyük çaplı lezyonlarda yapılmaktadır. Sutür iğnesi dokudan veya komşuluğundan sutürü sabitlemek amacıyla geçirilir ve daha sonra lezyon boğumlanır [4]. Bu tarz sutür uygulamaların menşei belli olmayan ve kanama riski bulunan kitlelerde kullanılması uygundur. Axel ‘in [5], 20.333 yetişkinde yapmış olduğu araştırmada, fibroepitelyal polip olgusuna %3.25 gibi bir oranda rast-lanılmıştır. Ancak farklı prevelans oranlarını ortaya koyan çalışmalar da mevcuttur [6, 7]. Awange ve ark. [6] reaktif lokalize enflamatuar büyümelerin, kesici-kanin diş bölge-sinde dişlerin gingival marjinlerinde diş taşı ve plak gibi faktörlerin yoğun oluşuna bağlı olarak artmış bir insidans ortaya koyabileceğini belirtmiştir. Sık izlenen bu tarz büyümelerin tedavileri nedene (oral hij-yen ve kronik irritasyon) yönelik olarak gerçekleştirilmeli ve nüksü engelleyecek tedbirler alınması gerekmektedir. Olgu-daki protetik restorasyonda marjinler kabul edilebilir sevi-yede iken dişlerde ve protezde dişetine daimi bir irritasyon oluşturacak bir mobiliteye rastlanılmamıştır. Mevcut plak ve diş taşı birikiminin fazla oluşu, bu olguda tarafımıza kronik irritasyonun nedeninin bu iki etkenin olduğunu dü-şündürmüştür. Olgumuzda mevcut protez uzaklaştırılmış, oral hijyeni sağlanmış ve bölgenin plak birikimini azaltacak ve bölgenin oral hijyen uygulamalarını kolaylaştıracak kret şekli, serbest dişeti grefti ile verilmeye çalışılmıştır. Bu vaka fibroepitelyal polibin alt anterior bölgede, sabit bir protezin altında da oluşabileceğini bu tarz bir kitlenin ek önlemler altında uzaklaştırılması ve doku iyileştirmesi yapılarak uygun bir mukozal-gingival ilişki sağlayacak bir periodontal tedavi ile başarılı şekilde tedavi edilebileceğini göstermektedir.
Kaynaklar
1. Scully C, Felix DH, Oral medicine – update for 1. the dental practitioner lumps and swellings. Br Dent J. 2005; 24;199(12):763–770.
2. Soames VJ, Southam JC. Hyperplastic, neoplastic and related disorders of oral mucosa. In: Soames JV, Southam JC. Oral Pathology. 4 th ed. New York: Oxford University Press Inc.; 2005. p.101-117.
3. Cawson RA, Odell EW. Hyperplastic lesions. In Cawson RA, Odell EW. Oral Pathology (Color Guide): Rework of a 1987 book. London: Churcill Livingstone; 1993. p. 101-105.
4. Dunn DL. Wound Closure Manual. Ethicon İnc. Available From: http://plasticsurgery.ucsd.edu/Portals/0/Ethicon_WCM_Feb2004%5B1%5D.pdf Accessed Date: 7.01.2010.
5. Axell T. A Prevalence study of oral mucosal lesions in an Adult Swedish Population. Odontol Revy.1976; 27:1-103.
6. Awange DO, Wakoli KA, Onyango JF, Chindia ML, Dimba EO, Guthua SW. Reactive localised inflammatory hyperplasıa of the oral mucosa. East Afr Med J. 2009;86(2):79-82.
7. Al-Khateeb TH. Benign Oral Masses in a Northern Jordanian Population-a Retrospective Study. Open Dent J. 2009; 3:147-153.
Download attachments: KATD-168.pdf
Mujgan Gungor Hatipoglu, Guliz Nigar Guncu, Hasan Hatipoglu, Feriha Caglayan. Treatment of an Unusual Case of Fibroepithelial Polyp (A case report). J Clin Anal Med. 2011;2(2):46-48
Citations in Google Scholar: Google Scholar
This work is licensed under a Creative Commons Attribution 4.0 International License. To view a copy of the license, visit https://creativecommons.org/licenses/by-nc/4.0/
Warfarin Overdose Induced Intramural Small-Bowel Hematoma (Case Report)
İbrahim Yetim, Ersan Semerci, Orhan Veli Özkan, Muhittin Temiz, Ahmet Aslan
Genel Cerrahi AD, Mustafa Kemal Üniversitesi, Tayfur Ata Sökmen Tıp Fakültesi, Hatay, Turkiye
DOI: 10.4328/JCAM.176 Received: 12.01.2010 Accepted: 06.02.2010 Printed: 01.05.2011 J Clin Anal Med 2011;2(2):43-5
Corresponding Author: İbrahim Yetim, Mustafa Kemal Üniversitesi Tayfur Ata Sökmen Tıp Fakültesi Genel Cerrahi A.B.D, Serinyol, Hatay, Türkiye. Phone: +903262111900, +905325060009 E-mail: yetim54@gmail.com
Uncontrolled use of anticoagulants may cause bleeding. Warfa-rin-dependent spontaneous intramural hematoma of the small intestine is a rare complication. Although warfarin using pa-tients with abdominal pain were usually treated medically, sur-gical interventions should be considered in selected cases with intestinal intramural hematoma. Here we present a patient who was treated surgically to bring to mind this rare condition.
Keywords: Warfarin, Intestinal Obstruction, Hematoma.
Giriş
Karaciğerde K vitaminine bağlı pıhtılaşma faktörlerini in-hibe ederek etki gösteren warfarinin en önemli komplikas-yonu kanamadır. Kanama yerleri sıklık sırasına göre burun-farinks (%35), yumuşak doku (yara dahil,%21), gastrointes-tinal sistem (%15), üriner sistem (%15), intrakranial (%4), toraks (%3), intraoküler (%2), retroperiton (%1) ve eklem (%0.5) lokalizasyonundadır [1]. Gastrointestinal sistem kanamaları intraluminal, intramural veya intramesenterik olabilir. Antikoagülan tedavi alan hastalarda kanamaya bağlı ince barsakta intramural hematom 2500 hastada bir görülebilen nadir bir komplikasyondur [2].Sunduğumuz bu vaka ince barsakta spontan intramural hema-tom nedeni ile cerrahi rezeksiyon uygulanan bir olgumuzdur.
Olgu
Hastamız 68 yaşında bayan, üç gün önce başlayan karın ağrısının giderek şiddetlenmesi, iki gündür gaz-gaita gaz çıkaramama ve bulantı-kusma şikayetleri ile acil poliklini-ğimize başvurdu. Hastanın özgeçmişinde 3 yıl önce koro-ner anjiografi ile stent yerleştirilmiş ve warfarin başlan-mış olduğu ve yaklaşık altı aydır kontrolsüz olarak 5 mg/gün warfarin kullandığı saptandı. Ayrıca 20 yıllık diabetes mellitus tanısı ile 4X20 ünite/gün insülin kullandığı, hiper-tansiyon tanısı ile de enalapril 10 mg/gün aldığı öğrenildi. Fizik muayenede nabız 85/dk düzenli, arteryal kan basıncı 120\80 mmHg, ateş 36.5 Co, genel durumu iyi, bilinç açık koopere idi. Karın muayenesinde insülin enjeksiyonu uygu-lanan yerlerde ekimozları mevcuttu. Batın distandü, yaygın hassasiyet, defans, rebound mevcuttu. Ayakta direkt batın grafisinde hava-sıvı seviyeleri ve abdominal ultrasonogra-fisinde safra kesesi içerisinde 3cm çaplı kalkül, kese duvar kalınlığı normal sınırlarda, her iki böbrekte multipl kortikal kistler, barsak segmentlerinde peristaltizmde azalma, sol alt kadrandan başlayarak epigastrik bölgeye kadar takip edilebilen duvar kalınlığı belirgin derecede artmış (13mm), peristaltizm izlenmeyen ve komprese edilemeyen barsak segmenti izlendi. (Resim 1.) Tüm kadranlarda barsak segmentleri arasında serbest sıvı izlendi. Laboratuar testle-rinde kan şekeri 381 mg/dl, hemoglobin: 10,2 gr/dl, he-matokrit: % 30,1, trombosit sayısı: 234000 /mm3, lökosit sayısı: 12.000 mm3/dl protrombin zamanı: > 200 saniye (normal: 10-15), INR > 20 (normal: 0.90-1.10) idi. Karaciğer ve böbrek fonksiyon testleri ve serum lipazı normaldi. Has-taya K vitamini ve 2 ünite taze donmuş plazma verilerek operasyona alındı. Peroperatuar 1 Ü eritrosit süspansiyo-nu verildi. Periton irritasyonuna neden olan ileus, mezenter iskemisi ön tanısı ile acil ameliyat planlandı. Batına girildi-ğinde 500-600cc hemorajik mayinin olduğu görüldü. Eks-plorasyonda Treitz ligamanından 200 cm uzakta 30cm’lik incebarsak segmentinin iskemik nekroz ve mezosunda he-moraji olduğu görüldü(Resim 2). Nekrotik segment rezeke edilerek uç uca çift kat anastomoz uygulandı. Hastanın ameliyat sonrası takiplerinde komplikasyon gözlenmedi. Kan şekeri regülasyonu ve pıhtılaşma parametreleri normal sınırlara döndü. Hasta ameliyat sonrası beşinci gün tabur-cu edildi. Patolojik incelemesinde submukozadan serozaya dek uzanan yaygın ödem ve konjesyone görünümdeki da-marlar yanı sıra submukozal hemoraji alanları, mikst tipte iltihabi hücre infiltrasyonu gözlenmekteydi. Olguda mukozal alanda iskemiye bağlı histomorfolojik görünüm izlendi. Bu nedenle patolojinin warfarin kullanımındaki düzensizlikten ve takip yetersizliğinden kaynaklanan intramural kanama olduğu düşünüldü.
Tartışma
Antikoagülan tedavinin nadir rastlanılan komplikasyon-larından olan intramural hematomda klinik semptom-lar abdominal ağrı, ince barsak tıkanıklığı bulguları ve hemorajiye ait (hematüri, derin ve yüzeyel hematomlar, ekimozlar, hematemez ve melena gibi) bulguları içerir. To-tal intestinal obstrüksiyon veya iskemi gelişen hastalarda akut abdominal semptomlar görülmektedir [3]. Spontan intramural hematom intestinal sistemde en sık jejenum-da sonra sırası ile ileum ve duodenumda görülmektedir [4]. Bizim olguda da karın ağrısı, bulantı, kusma, gaz gaita çıkaramama gibi ileus ileus semptomları ve rebaund de-fans gibi periton irritasyon bulguları vardı. İntramural intestinal hematom teşhisinde en faydalı radyolojik incelemeler ultrasongrafi ve abdominal bilgisayarlı tomografidir [5]. Ultrasonografide ince barsak duvar ka-lınlığında artış, komprese olmayan barsak segmenti ve submukozal damarlardan veya submukozal hematomdan olan sızıntılara bağlı hemorajik assite ait bulgulara rastla-nabilir [6]. Ancak bu bulgular intestinal sistem hematom-larına spesifik değildir. Bilgisayarlı tomografide karakte-ristik görünüm sirküler barsak duvarı kalınlaşması, lüme-nin daralması ve intestinal obstrüksiyondur [4]. Abbas ve arkadaşları yaptıkları çalışmada bilgisayarlı tomografide oral kontrast kullanımı yerine intravenöz kontrast mad-de kullanımını gastrointestinal sistemin hastalıklarının ( ör. İskemik veya gangrenöz barsak, Crohn hastalığı veya malignite) görüntülenmesinde yardımcı olacağı ve radyo-loğun spontan intestinal intramural hematom tanısı koy-masını engellemiyeceği için önermektedirler[4]. Bu olguda sadece ultrasonografi yapıldı. Periton irritasyon bulguları da olan akut mezenter iskeminin neden olduğu ileus ön tanısı ile acil laparotomi endikasyonu ile ameliyata karar verildi.İntramural kanama ve hematon tanısı patolojik in-celeme ile konuldu.Bu hastalarda nazogastrik dekompresyon ve total parante-ral nutrisyon ile konservatif tedavi önerilmekte ancak aktif kanaması olan veya akut batın bulguları bulunan hastalar-da cerrahi girişim gerekli olmaktadır[3]. Abbas ve arkadaş-ları inceledikleri 13 hastalık serilerinde ortalama 23 cm’lik segment tutulumu ile büyük olmayan intramural hematomu bulunan hastalarda medikal tedavi ile iyi sonuçlar elde edil-diğini bildirmişlerdir [4]. Cafer ve arkadaşları serilerindeki 7 hastanın sadece ikisine cerrahi tedavi uygulamışlardır [7]. Akın ve arkadaşlarının yayınladığı warfarine bağlı karın içi ve barsak duvarı kanamalarını inceledikleri çalışmada 8 hastadan ikisinde intestinal intramural hemoraji tesbit etmişler ve bu hastalar medikal olarak tedavi edilmişlerdir [8]. Bu olguda da periton irritasyon bulgularına neden olan ileus ve mezenter iskemi ön tanısı ile acil cerrahi uygulandı. Etkilenen barsak segmentinin rezeksiyonu ile başarılı şe-kilde tedavisi yapılmıştır.Sonuç olarak antikoagülan warfarin tedavisi alan karın ağrısı şikayeti ile başvuran hastalarda nadir bir kompli-kasyon olan intestinal intramural hematom ayırıcı tanıda düşünülmelidir. Ameliyat öncesi tanı konabilirse medikal tedavi ile takip edilmeli ama ileus, akut batın gibi tablo oluşursa da cerrahi tedavi planlanmalıdır.
Kaynaklar
1. Landefeld S, Beyth R. Anticoagulant-related bleeding: Clinical epidemiology, prediction, and revention. Am J Med 1993;95:315-28
2. Bettler S, Montani S, Bachmann F. Incidence of intramural digestive system hematoma in anticoagulation. Epidemiologic study and clinical aspects of 59 cases observed in Switzerland. Schweiz Med Wochenschr 1983; 113:630–6.
3. Levine MN, Raskob G, Landefeld S, Kearon C. Hemorrhagic complications of anticoagulant treatment. Chest 2001; 119(1 Suppl):108S–121
4. S.Abbas MA, Collins JM, Olden KW. Spontaneous intramural small bowel hematoma: imaging findings and outcome. AJR Am J Roentgenol 2002;179:1389-94.
5. Lorente-Ramos RM, Hernondo AS, Valle-Sanz YD, Lopez AA: Sonographic diagnosis of intramural duedonal hematomas. J Clin Ultrasound 1999;27:213-6.
6. Hou SW, Chen CC, Chen KC, Ko SY, Wong CS, Chong CF. Sonographic diagnosis of spontaneous intramural small bowel hematoma in a case of warfarin overdose. J Clin Ultrasound 2008;36:374-6.
7. Polat C, Dervisoglu A, Guven H, Kaya E, Malazgirt Z, Danaci M, Ozkan K. Anticoagulant-Induced Intramural Intestinal Hematoma Am J Emerg Med 2003;21:208-11.
8. Akın T, Sedat Y, Tarık N, Turgut N. Warfarine bağlı gelişen karın içi barsak duvarı kanamaları Ulusal Travma Dergisi 2003;9:50-3.
Download attachments: KATD-176.pdf
Ibrahim Yetim, Ersan Semerci, Orhan Veli Ozkan, Muhittin Temiz, Ahmet Aslan. Warfarin Overdose Induced Intramural Small-Bowel Hematoma (Case Report). J Clin Anal Med. 2011;2(2):43-45
Citations in Google Scholar: Google Scholar
This work is licensed under a Creative Commons Attribution 4.0 International License. To view a copy of the license, visit https://creativecommons.org/licenses/by-nc/4.0/
Maxillary Mucoepidermoid Carcinoma Mimicking Odontogenic Cyst
Metin Şençimen 1, Kerim Ortakoğlu 2, Mehmet Erkan Kahraman 3, Aydın Gülses 4, Ömer Günhan 5
1 Ağız, Diş, Çene Hastalıkları ve Cerrahisi Anabilim Dalı, Diş Bilimleri Merkezi, Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Etlik, Ankara, 2 Ağız Diş Çene Hastalıkları ve Cerrahisi Kliniği, Medicana Hastaneleri, Beylikdüzü, İstanbul, 3 KBB Servisi, Eskişehir Hava Hastanesi, Eskişehir , 4 Ağız, Diş, Çene Hastalıkları ve Cerrahisi Anabilim Dalı, Diş Bilimleri Merkezi, Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Etlik, Ankara, 5 Patoloji Anabilim Dalı, Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Etlik, Ankara, Türkiye
DOI: 10.4328/JCAM.170 Received: 12.01.2010 Accepted: 06.02.2010 Printed: 01.05.2011 J Clin Anal Med 2011;2(2):40-2
Corresponding Author: Aydın Gülses, Ağız, Diş, Çene Hastalıkları ve Cerrahisi Anabilim Dalı, Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Diş Bilimleri Merkezi, 06018, Etlik, Ankara, Türkiye. Phone: +903123046072 Faks: +903123046020 E-mail: aydingulses@gmail.com
Mucoepidermoid carcinoma is a malignant neoplasm character-istically composed of mucus secreting cells, intermingled with neoplastic squamous cells in variable proportions. The common-est site of occurrence is the salivary glands. This paper briefly presents the surgical and prosthetic rehabilitation of a case of a maxillary mucoepidermoid carcinoma. Mucoepidermoid carcino-mas represent clinically and radiographically very similar char-actheristics with odontogenic cysts and must be differentiated from this lesions.
Keywords: Carcinoma; Mucoepidermoid; Odontogenic Cysts.
Giriş
Mukoepidermoid karsinoma (MEK), müköz epidermoid hücrelerden oluşan, malign karakterde, epiteliyal bir ne-oplazmdır [1]. MEK, tükürük bezi neoplazmları arasında %10-15 ve tüm tükürük bezi maligniteleri arasında %30 oranında görülür [2]. MEK nın klinik ve radyografik olarak karakteristik bulgulara sahip olmaması, odontojenik kist ve MEK arasında ayırıcı tanıya yönelik karara varmayı güçleş-tirmektedir [3,4].Adından da anlaşılacağı gibi MEK, histolojik olarak epider-moid, skuamoz ya da mukus salgılayan tipte hücrelerin karışımından oluşur [5]. MEK, genellikle parotis bezinde gözlenirken, damakta yer alanlar başta olmak üzere minör tükürük bezleri, patolojinin en sık rastlandığı ikinci bölgedir [5]. Üst solunum yolları, nazal mukoza, özefagus, maksilla, mandibula, karaciğer, penis ve anüs bölgesinde rapor edil-miş vakalar da mevcuttur [6].Bu çalışmada unilateral hemimaksillektomi ile cerrahi ola-rak tedavi edilen ve obturator uygulaması ile protetik reha-bilitasyonu sağlanan maksiller mukoepidermoid karsinoma vakası sunulmuştur.
Olgu
20 yaşında erkek hasta, dört ay önce ortaya çıkan ve gide-rek büyüdüğünü fark ettiği, sol maksiller yanak boşluğunda şişlik ve buna bağlı dolgunluk hissi şikayeti ile Gülhane As-keri Tıp Akademisi Ağız, Diş, Çene Hastalıkları ve Cerra-hisi Anabilim Dalı Kliniği’ne başvurdu. Tıbbi anamnezinde herhangi bir sistemik rahatsızlık bulgusu olmayan hastanın soy geçmişine yönelik tıbbi öyküsü özellik arz etmemektey-di. Yapılan klinik muayenesinde sol maksiller köpek dişinin distalinden ikinci büyük azı dişine kadar uzanan vestibüler bölgede, serbest- yapışık diş eti sınırından vestibüler sulku-sa kadar uzanan alanda mavi-kırmızı renkte şişlik gözlendi (Resim 1) ve söz konusu bölgede palpasyon esnasında kre-pitasyon bulgusu fark edildi. Genel olarak ağız hijyen sevi-yesi düşük olarak tespit edilen hastanın patolojiye komşu bölgedeki dişlerinde diş çürüğü ya da geçirilmiş konservatif ya da endodontik tedavi bulgusu yoktu. Travma geçmişine yönelik olarak alınan anamnezinde hasta, söz konusu bölgeye 2-3 gün önce arkadaşının dirseğinin çarptığını, ve bu olaydan sonra mevcut şişlikte mavi renk değişikliği olduğunu beyan etmekteydi. Ortopantomografi bulguları, sol maksiller köpek dişinin distalinden, ikinci büyük azı di-şinin kök ucu hizasına kadar olan bölgede, düzensiz kenarlı radyolüsent sahanın varlığını göstermekteydi. (Resim 2) Bilgisayarlı tomografi kesitlerinde patolojinin sol maksiller sinüsü tamamen doldurduğu ve vestibüler sahada kemik yıkımı gözlendi.(Resim 3) Düzensiz kemik yıkımının varlığı ve patolojinin kısa sürede büyümesi de göz önüne alındı-ğında, malignite riski nedeniyle öncelikle insizyonel biyopsi yapılmasına karar verildi. Hastadan “bilgilendirilmiş onam” alındıktan sonra lokal anestezi altında mukoperiostal flep kaldırılarak lezyonun vestibüler duvarından elde edilen bi-yopsi materyali, yıkıma uğrayan incelmiş kemik dokusu da dahil edilerek histopatolojik incelemeye gönderildi. Biyopsi sonucunda mukoepidermoid karsinoma olarak tanımlanan lezyonun, Gülhane Askeri Tıp Akademsi, Kulak Burun Boğaz Anabilim Dalı ile yapılan konsultasyon neticesinde hemi-maksillektomi uygulanarak ablasyonuna karar verildi. Ge-nel anestezi altında sol üst lateral dişin distalinden itibaren maksilla rezeksiyonu uygulanan hastanın, lezyona komşu yumuşak ve sert doku sınırlarından alınan örneklerde tü-mör bulgusuna rastlanmadı. Postoperatif iyileşme sürecin-de herhangi bir sorun yaşanmadı. Yara iyileşmesi sonrasında (Resim 4), GATA Protetik Diş Tedavisi Anabilim Dalı ile yapılan konsultasyon neticesinde hastaya obturator uygulanmasına karar verildi ve hastanın protetik rehabilitasyonunun, estetik ve işlevsel açıdan has-tanın beklenti ve ihtiyaçlarını karşılayacak düzeyde olması sağlandı. (Resim 5) Postoperatif takibi 4 yıldır devam et-mekte olan hastada herhangi bir patoloji saptanmamıştır.
Tartışma
MEK nın en sık rastlanan klinik bulgusu, çenelerde farklı bölge ve şekillerde gözlenen şişliklerdir. Bunu, ağrı, pares-tezi, dişlerde mobiliteler, kanama ve direnaj izler [3]. Klinik olarak bulguların farklılığı, tümörün evresiyle ilişkili olarak değerlendirilmektedir [7].Radyografik olarak bulgular karakteristik olmayıp, çeşitlilik sergilediğinden, radyografik tetkikler tanı açısından ipucu vermekten uzaktır. MEK üzerine yapılan birçok çalışmada, konvansiyonel grafilerde iyi tanımlanabilen sınırlara sahip ve unilokuler ya da multilokuler karakterde lezyonların var-lığından bahsedilmiştir. Ayırıcı tanıda, osteolitik yapıdaki odontojenik kistler ya da ameloblastoma gibi benign ka-rakterdeki odontojenik tümörlerin varlığı ihtimalinin elen-mesini sağlamasa da, malign karakterdeki bu lezyonun sebep olduğu kortikal kemik yıkımı ve ekspansiyonunun ortaya konulması açısından, bilgisayarlı tomografi görün-tüleme yöntemleri altın standart olarak kabul edilir.Mukoepidermoid ya da squamoz karakterde karsinomatöz değişiklikler, odontojenik kistlerin %1 inden daha azında gözlenmektedir [8]. Klinik olarak ağrı ve paresteziye yol aç-mayan büyümeler olarak izlenebilen bu değişikliklerin kon-vansiyonel grafiler ile tanımlanabilmesi, sunulan vakada olduğu gibi, oldukça güçtür.İlerlemiş karakterdeki MEK, oldukça agresif bir prog-noza sahipken, erken dönemlerde tümör, benign olarak değerlendirilir[2-4]. MEK’in tedavisi, diğer tüm tükürük bezi tümörlerinde olduğu gibi cerrahi eksizyondur. Her ne kadar periost iyi bir onkolojik bariyer olarak değerlendirilse de re-zeksiyon, sıklıkla tercih edilen yöntemdir. Cerrahi tedaviye ek olarak uygulanacak radyoterapi ve/veya kemoterapinin postoperatif süreçte etkinliği henüz tam olarak kanıtlana-mamıştır. Sunmuş olduğumuz vakada tümörün erken evre-de olması nedeniyle radyoterapi yada kemoterapi gerekli görülmemiştir.Radyografik olarak odontojenik kistlerde sıklıkla gözlenen, uniloküler, radyolüsent özellikteki kolay tanımlanabilir ala-nın, girintili çıkıntılı ve düzensiz sınırlı görünüme değişimi, karsinomatöz farklılaşmalar konusunda hekimi uyarmalıdır. Buna ek olarak, kısa aralıklarla yapılacak radyolojik tetkik-lerde, lezyonun boyutlarındaki değişimin ritmi ve kortikal kemik değişiklikleri gibi maligniteye işaret eden ipuçları da hekim tarafından dikkate alınması gereken diğer bir unsurdur.
Kaynaklar
1. Gassler N, Erbe M, Caselitz J, Donner A.Mucoepidermoid carcinoma of palatinal glands with exuberant foreign-body giant cell reaction. Pathol Res Pract. 2008;204(9):689-91.
2. Speight PM, Barrett AW. Salivary gland tumors. Oral Dis 2002;8:229–40.
3. Jiang L, Jiang XZ, Zhao LY, Liu Y, Wang GD, Zhao YF. Central mucoepidermoid carcinoma of the jaws: report of two cases Journal of Medical Colleges of PLA, 2007; 22 (2):129-131
4. Noffke C, Raubenheimer EJ.The glandular odontogenic cyst: clinical and radiological features; review of the literature and report of nine cases. Dentomaxillofac Radiol. 2002 Nov;31(6):333-8.
5. Neville BW, Damm DD, Allen CM, Bouguot JE. Salivary gland pathology. Oral and Maxillofacial Pathology. 2nd edn. Philadelphia, PA: Saunders 2002 :420.
6. Rao NA, and Font RL. Mucoepidermoid carcinoma of the conjunctiva, a clinicopathologic study of five cases. Cancer , 38:1699-1709
7. Brandwein MS, Ivanov K, Wallace DI, et al. Mucoepidermoid carcinoma. A clinicopathologic study of 80 patients with special reference to histological grading. Am J Surg Pathol 2001;25: 835–45.
8. Stoelinga PJ, Bronkhorst FB. The incidence, multiple presentation and recurrence of aggressive cysts of the jaws. J Craniomaxillofac Surg 1988;16:184-95.
Download attachments: KATD-170.pdf
Metin Sencimen, Kerim Ortakoglu, Mehmet Erkan Kahraman, Aydın Gulses, Omer Gunhan. Maxillary Mucoepidermoid Carcinoma Mimicking Odontogenic Cyst. J Clin Anal Med. 2011;2(2):40-42
Citations in Google Scholar: Google Scholar
This work is licensed under a Creative Commons Attribution 4.0 International License. To view a copy of the license, visit https://creativecommons.org/licenses/by-nc/4.0/
Hemangioma of The Latissimus Dorsi Muscle, a Very Rare Chest Wall Tumor
Hüseyin Melek 1, Dursun Atakul 2, Ozan Özlücan 3, Mihriban Gürbüzel 4, Elif Torun 5, Barış Medetoğlu 1
1 Göğüs Cerrahisi, 2 Plastik Cerrahi, 3 Genel Cerrahi, 4 Patoloji, 5 Göğüs Hastalıkları, Bingöl Devlet Hastanesi, Bingöl, Türkiye
DOI: 10.4328/JCAM.193 Received: 28.01.2010 Accepted: 21.02.2010 Printed: 01.05.2011 J Clin Anal Med 2011;2(2):49-5
Corresponding Author: Hüseyin Melek, 1. Göğüs Cerrahisi Kliniği, Yedikule Göğüs Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi E.A.H, Zeytinburnu, İstanbul, Türkiye. GSM: 05052581772 E-mail: hmelek77@hotmail.com
Hemangiomas, which are among the least common benign chest wall masses, consist of dilated, tortuous, thin-walled vessels. They are typically cutaneous in location, intramuscular (IMH) location is uncommon, with a reported frequency of 0.8% among all benign vascular lesions. Hemangiomas of the latissimus dorsi muscle are very rare. Relatively rarely do they occur in young adults and are more frequent in females. A 25 year-old female patient applied to our clinic with a progressively growing painful mass lesion on her back which existed for 1 month. Physical examination revealed a firm, tender and mobile mass lesion in the inferior part of right scapula. Thoracic MRI demonstrated a well-enhanced mass lesion with 3 cm diameter. The lesion was totally excised and histopathologically diagnosed as cavernous hemangioma in latissimus dorsi muscle. Hemangiomas are extremely rare in adults and in latissimus dorsi muscle. We report this rare chest wall disorder presenting its unusual location and effective surgical treatment. The radiological, pathological and surgical images of the case are reviewed with accompanied literature.
Keyword: Hemangioma, Muscle Latissimus Dorsi, Chest Wall Tumor.
Giriş
Hemanjiom normal veya anormal vasküler elementlerin proliferasyonu sonucu gelişen iyi huylu bir tümördür [1]. Hemanjiomlar sıklıkla çocuklarda kutanöz yerleşimli ola-rak görülürken, nonkutanöz intramusculer hemanjiomalar (İMH) tüm hemanjiyomaların %0.8’ ini oluşturmakta olup, genellikle genç erişkinlerde, kadınlarda ve alt extremite yerleşimli olarak saptanmaktadır [2,3,4]. Bu yazıda sırt bölgesinde büyüyen ağrılı kitle şikayeti ile polikliniğimize başvuran ve cerrahi ile tedavi edilen, patolojik olarak İMH tanısı konulan bir olgu sunulmaktadır.
Olgu
Kliniğimize 1 aydır sırtta büyüyen ağrılı kitle şikayeti ile başvuran 25 yaşında kadın hastanın, özgeçmişinde travma hikayesi ve herhangi bir özelliği yoktu. Fizik muayenesinde sağ skapula inferiorunda palpasyonla kısmen sert kıvamlı, ağrılı, mobil kitle tespit edildi. Çekilen Toraks MRI’ında sağ skapula inferiorunda kontrast tutulumu izlenen 3 cm çaplı kitle tespit edildi (Resim 1).Hastaya lokal anestezi altında kitle üzerinde ki cilt’e 3 cm yapılan insizyon ile latissimus dorsi kası içerisinde ki kitleye ulaşıldı (Resim 2). Kitle cer-rahi sınırlar temiz olacak şekilde eksize edildi ve işlem son-landırıldı. Hasta postoperatif komplikasyonsuz olarak aynı gün taburcu edildi. Patolojik inceleme sonucu latissimus dorsi kası içerisinde kavernöz hemanjiom olarak raporlandı (Resim 3). Hastanın 2 yıllık poliklinik takiplerinde herhangi bir metastaz veya nüks saptanmadı.
Tartışma
Hastamızda olduğu gibi intramuscular hemanjiomaların (İMH) %98’i kitle ve o bölgede ağrı şikayeti ile doktora başvurmaktadırlar [2, 5, 6]. İMH lokal büyük boyutlara ula-şabilir ve komplikasyonlara yol açabilir [2]. Etyolojisi ke-sin olarak aydınlatılmış değildir. Etyolojisi ile ilgili olarak konjenital, travmatik ve hormonal teorileri mevcuttur [7]. Göğüs duvarında kitle saptanan hastalarda enfeksiyon, primer kemik tümörleri, lipom, liposarkom, elastofibroma dorsi gibi yumuşak doku tümörlerinin yanında nörojenik tümörler ve en önemlisi angiosarkom ayırıcı tanı da dü-şülmelidir [6, 8]. Preoperatif İMH tanısı koymak, nonspesi-fik prezentasyon nedeniyle oldukça güçtür. Düz radyografi tanı koydurucu değildir, ancak hemanjiomların %15’inde bulunan kalsifikasyonu göstermede faydalı olabilir [7, 9]. Flebolit (%30 unda bulunur) ve genişlemiş damarların var-lığı tanıda yararlı bir ip ucu olabilir [7, 10, 11]. Tomografi kitle hakkında bilgi verebilir ancak MRI tanı için standart-tır ve vaskuler yapı ile nonvasküler yapının ayırımında tomografiden daha faydalıdır [12, 13] Basit iğne aspi-rasyonu ile alınan kanlı materyal sonucu tanı koydurucu olamamaktadır [14]. Bizim vakamızda kalsifikasyon yoktu ve yaygın kontrast tutulumu mevcuttu. Ekzisyon hem tanı hemde tedavi amaçlı yapılabilmektedir. İMH’un stan-dart ve en çok tercih edilen tedavisi komplet eksizyon-dur. Steroid, kemoterapi ve radyoterapi efektif değildir. Skleroterapi, lazer ve angiografik embolizasyon tedavileri tartışmalıdır [7, 15, 16]. Cerrahi rezeksiyon sonrası yeter-siz cerrahi nedeniyle %18 nüks görülebilir ancak malign dejenerasyon ve metastaz bildirilmemiştir [2, 7, 17, 18]. Spontan regresyon genellikle görülmez [7, 19].Sonuç olarak hemanjiom gö-ğüs duvarı kitleleri içerisinde ve nonkutanöz lokalizasyonda nadir olarak görülmektedir. Klinik olarak sıklıkla ele gelen kitle ve ağrı şikayeti mevcut-tur. Tanıda MRI faydalı iken, preoperatif dönemde tanı koymak güçtür. En çok ter-cih edilen standart tedavisi cerrahi olarak komplet eksiz-yondur. Spontan regresyon ve malign transformasyon bildirilmemiştir.
Kaynaklar
1. Murphey MD, Fairbairn KJ, Parman LM, Baxter KG, Parsa MB, Smith WS . Musculoskeletal angiomatous lesions: radiologic-pathologic correlation. Radio- Graphics 1995; 15:893–917.
2. Wild AT, Raab P, Krauspe R. Hemangioma of skeletal muscle. Arch Orthop Trauma Surg. 2000; 120: 139-43.
3. Hein KD, Mulliken JB, Kozakewich HPW, Upton J, Burrows PE.Venous malformations of skeletal muscle. Plast Reconstr Surg 2002;110:1625-1630
4. Nack J, Gustafson L. Intramuscular hemangioma: case report and literature review. J Am Pediatr Med Assoc. 1990; 80: 441-3.
5. Saad DF, Shehata BM, Patrick E, Gow KW. Intramuscular hemangioma of the abdominal wall. J Pediatr Surg 2006;41:601-602.
6. Justin Q. Ly, MD Timothy G. Sanders, MD Radiology 2003; 229:726–729.
7. Marco Giudice, Cesare Piazza, Andrea Bolzoni, Giorgio Peretti. Head and neck intramuscular haemangioma: Report of two cases with unusual localization. Eur Arch Otorhinolaryngol (2003) 260 : 498–501.
8. Cheng M, Jen C.C, Shin C.L, Chin K.L, Yeung L.C, Cavernous hemangioma of the pectoralis major muscle mimicking a breast tumor: A case report JMed Sci 2000(7):383-388.
9. Heitzman ER, Jones JB. Roentgen characteristics of cavernous hemangiomam of striated muscle. Radiology 1960;74:420–6.
10. Ukihide Tateishi, MD, PhD, Gregory W. Gladish, MD, Masahiko Kusumoto, MD, PhD, Tadashi Hasegawa, MD, PhD, Ryohei Yokoyama, MD, Ryosuke Tsuchiya, MD, PhD and Noriyuki Moriyama, MD, PhD Chest Wall Tumors: Radiologic Findings and Pathologic Correlation Radiographics. 2003;23:1477-1490.
11. Hessel AC, Vora N, Kountakis SE, Chang CY. Vascular lesion of the masseter presenting with phlebolith. Otolaryngol Head Neck Surg 1999;120:545–8.
12. Buetow PC, Kransdorf MJ, Moser Jr RP, Jelinek JS, Berrey BH. Radiologic appearance of intramuscular hemangioma with emphasis on MR imaging.Am J Roentgenol1990;154:563–7.
13. Daniel F. Saada, Bahig M. Shehatab, Ellen Patrickc, Kenneth W. Gowa, Intramuscular hemangioma of the abdominal wall Journal of Pediatric Surgery (2006) 41, 601–602.
14. Ferlito A, Nicolai P, Gale N (1980) Intramuscular haemangioma of the middle scalene muscle. Acta OtorhinolaryngolBelg 34: 345–349.
15. Le Roux BT, Shama DM. Resection of tumors of the chest wall.Curr Probl Surg 1983; 20:345–386.
16. Lee JK, Lim SC. Intramuscular hemangiomas of the mylohyoid and sternocleidomastoid muscle. Auris Nasus Larynx 2005;32:323–7.
17. Cohen AJ, Youkey JR, Clagett GP, Huggins M, Nadalo L, d’Avis JC. Intramuscular hemangioma. JAMA 1983; 249:2680–2682.
18. Trout HH, McAllister HA, Giordano JM, Rich NM.Vascular malformations.Surg. 1985(97)36-41.
19. Joon-Kyoo Lee, Sang-Chul Lim Intramuscular hemangiomas of the mylohyoid and sternocleidomastoid muscle Auris Nasus Larynx .32 (2005) 323–327
Download attachments: KATD-193.pdf
Huseyin Melek, Dursun Atakul, Ozan Ozlucan, Mihriban Gurbuzel, Elif Torun, Barıs Medetoglu. Hemangioma of the Latissimus Dorsi Muscle, A Very Rare Chest Wall Tumor. J Clin Anal Med. 2011;2(2):49-51
Citations in Google Scholar: Google Scholar
This work is licensed under a Creative Commons Attribution 4.0 International License. To view a copy of the license, visit https://creativecommons.org/licenses/by-nc/4.0/
A Case of Morgagni Hernia Resulting with Respiratory Arrest
Ali Kılıçgün 1, Ahmet Oğuz Hasdemir 2, Murat Bozgeyik 2, Rıdvan Çakmaz 2 , Cavit Çöl 2
1 Göğüs Cerrahisi Anabilim Dalı, 2 Genel Cerrahi Anabilim Dalı, Abant İzzet Baysal Üniversitesi, İzzet Baysal Tıp Fakültesi, Bolu, Türkiye
DOI: 10.4328/JCAM.194 Received: 28.01.2010 Accepted: 06.02.2010 Printed: 01.05.2011 J Clin Anal Med 2011;2(2):52-4
Corresponding Author: Ali Kılıçgün, Karamanlı mah. Yunus Emre sok. No:1/12 Bolu, Türkiye. Phone: +903742534656 Fax:+903742534615 E-mail: alikilicgun@mynet.com
Morgagni’s hernia is seen at a rate of 3-4% among all diaphragmatic hernias. It develops from a defect in the pleuroperitoneal membrane. Herniation of the omentum is seen most commonly, that of the colon frequently, and herniation of small bowel and stomach is seen rarely. When being examined due to anemia and dyspnea, a 53-year-old male patient suffered from a respiratory arrest and was hence intubated and placed under treatment at the intensive care unit. On radiological examination, a giant diaphragmatic hernia was observed bilaterally, more marked on the right side. On laparotomy, especially on the right side, the caecum, the ascending colon, the transverse colon, the appendix, the omentum and part of the small bowel was seen to be herniated. Primary diaphragmatic repair + right hemicolectomy + end-to-end ileo-transversostomy was performed. We have reported this case because it was a giant hernia which caused respiratory arrest.
Keywords: Morgagni Hernia, Emergency Surgery, Abdominal Surgery.
Giriş
Morgagni hernisi tüm diafragma hernileri içinde %3-4 oranında görülür. %90 sağ, %8 bilateral, %2 sol da geli-şir. Kadınlarda erkeklere göre daha sık görülürken şişman olanlarda ortalama ağırlığı olana göre daha sık görülür [1]. Plöroperitoneal membran defektinden (larrey aralığı) gelişir [2]. En sık omentum, sıklıkla kolon, nadirende ince barsak ve mide herniasyonu izlenir. Cerrahi teknik olarak abdominal, transtorasik, laparoskopik ve torakoskopik yak-laşım seçenekleri uygulanmaktadır. Preoperatif tanı konul-muş hastalarda transabdominal yaklaşım tercih edilirken, transtorasik insizyonla da başarılı sonuçlar bildirilmektedir. İntestinal organların boğulmasına nedeniyle acil ameliyat gerekli olabilmektedir [3]. Ağırlıklı olarak sağda olmak üze-re bilateral dev morgagni hernisi bulunan hastamıza lapa-rotomi ile müdahale ettik.
Olgu
53 yaşında erkek hasta anemi ve nefes darlığı nedeniyle in-celendiği sırada solunum arresti gelişmesi üzerine entübe edilerek yoğun bakım ünitesinde tedavi altına alındı. Has-tanın fizik muayenesinde; bilincin kapalı olduğu, ağrılı uya-ranlara yanıt verdiği, oskültasyonda sağ akciğer orta ve alt bölümünde barsak sesleri alındığı, diğer alanlarda solunum seslerinin kabalaşmış olduğu gözlendi. Olgumuzda akciğer grafisinde sağ alt zonda barsak ans-larına ait olabilecek görüntü izlenmesi üzerine bilgisayarlı toraks tomografisi tetkiki yapıldı. (Resim 1) Toraks tomog-rafisinde; diafragma defektine bağlı olarak sağda ince ve kalın barsak ansları ve mezenterin karaciğer üzerinde ar-kus aort düzeyine kadar yer değiştirmiş olduğu, buna ikincil mediasten ve vasküler yapılar sola ve posteriora doğru yer değiştirdiği, her iki akciğer üst lob posteriorda, sol akciğer alt lob posterobazalde-lateralbazalde içinde yer yer kalsifik alanlar (granülom) ve hava bronkogram içeren atelektazi-konsodilasyonla uyumlu bulgular saptandı.(Resim 2-3) Has-tanın kranial tomografisinde sağda frontoparietalde sub-kortikal hipodens alan( iskemik)mevcuttu.Yoğun bakım izleminde hastanın ventilatör desteğine rağ-men oksijen saturasyonun düzelmemesi üzerine, hasta acil koşullarda ameliyata alındı. Median laparatomi ile batına girildiğinde; sağ diafragmada daha geniş olmak üzere hem sağda hemde solda retrosternal yerleşimli iki ayrı defektten çekum, çıkan kolon, transvers kolon, appendiks, omen-tum ve ince barsakların distal bölümünün toraksa herniye olduğu gözlendi. Yapışıklıklar ayrılıp barsaklar batın içine redükte edildi. Diafragmadaki defektler 1 no PDS loop ile onarıldı. Aralara 1/0 prolen ile tek tek destek sütürleri ko-nuldu. Çekum ve transvers kolonda strangülasyona bağlı yer yer iskemik alanlar olması nedeniyle sağ hemikolektomi ve uçuca ileotransversostomi yapıldı. Batına ve sağ hemitorak-sa dren kondu. Postoperatif 2. gün ekstübe edilen hastanın bilinci açık, oryantasyonu tamdı. Herhangi bir komplikasyon gelişmeyen hasta postoperatif 9. gün çekilen PA akciğer grafisinde (Resim 4) diafragma bütünlüğünün tam olduğu, akciğerlerin tam ekspanse olduğu görülerek taburcu edildi.
Tartışma
Morgagni hernisi ilk defa Morgagni tarafından 1769 yılın-da rapor edildi[2]. Morgagni hernisinde karın içi organlar göğüs boşluğunda sağ retrosternal oluk boyunca diafrag-ma içinde herniye olurlar. Transvers kolon ve omentum göğüs boşluğuna daha sık herniye olurlar [3].Morgagni hernisi tüm diafragma hernileri içinde %3-4 oranında görülür [2]. Konjenital etyolojiye rağmen ço-cuklarda erişkinlere oranla daha az görülür [1]. Down sendromu, cantrell pentalojisi, noonan sendromu, prader-willi sendromu, turner sendromu gibi sendromlara eşlik edebilir[1]. %90 sağ, %8 bilateral, %2 sol da gelişir. Ka-dınlarda erkeklere göre daha sık görülürken şişman olan-larda ortalama ağırlığı olanlara göre daha sık görülür [1].Japonyada 263 Morgagni herni vakası rapor edilmiş. 54 vaka(20.5 %) 6 yaşın altında ve 159 vaka ( 60.5%) 51 yaşın üzerinde olmak üzere yaşlara göre iki tepe noktası mevcut. Kadınlarda daha sık görülüyor. Erkek/ kadın : ( 24.3/ 71.8 %) [3].Hastalarda genellikle semptom görülmez, çünkü herniye organlar genellikle paryetal peritondan oluşan bir her-ni kesesiyle kaplıdır [3]. Morgagni hernisinde hastaların %30’da üst karın ağrısı ve kusma gibi abdominal semp-tomlar, %30’da dispne, öksürük, siyanoz gibi solunum-sal semptomlar bulunurken, geriye kalan %35’lik kısım asemptomatik seyreder [3].Barsaklarda tıkanma ve perforasyon gibi acil müdahale gerektiren durumlarda gelişebilir. İnce ve kalın barsak içe-ren Morgagni herniden dolayı yapılmış bir çok acil ope-rasyon bildirilmiştir [3].Japonyada rapor edilen 263 vaka-nın 17 sinde barsakta tıkanma ve perforasyon belirtilmiş [3]. Nadirende olsa kardiak tamponada neden olan herni bildirilmiştir [4]. Olgumuzda da herni solunum arrestine neden olarak mekanik ventilasyon gerektirmiştir.Direk göğüs grafisi Morgagni herni tanısında yararlıdır. Sağ kardiyopulmoner alanda kitle imajı ve ya hava sıvı seviyesi tespit edilebilir [3]. CT herniasyonun karaciğer önünde tespitinde yararlıdır [3]. Tanıda öncelikle iyi bir anamnez ve fizik muayene gereklidir. Çoğu hastada pul-moner şikayetler vardır. Akciğerler dinlendiğinde barsak sesleri duyulur. Öncelikli radyolojik tetkikimiz PA ve late-ral AC grafisi olmalıdır. Anormal bulguları olan hastalarda CT ile tanı desteklenmelidir. CT ile ayırımın yapılamadığı durumlarda ise MR yardımcı bir tercih olmalıdır. Herninin kalbin arkasına doğru gizlendiği olgularda ise Ekokardi-ografi yardımcı bir diğer tetkiktir [5]. Olgumuzda postero-anterior akciğer grafisinde sağ alt zonda barsak anslarına ait olabilecek görüntü izlenmesi (Resim 1) ve fizik muaye-nede sağ alt zonda barsak sesleri duyulması üzerine to-raks tomografisi (Resim 2-3) tetkiki yapıldı.135 çalışma ve 298 hasta ele alındığı derlemede en sık görülen semptom(%36) pulmoner semptomlardı. Torako-tomi en sık tercih edilen operasyon şekliydi(%49) [5]. La-paroskopik yaklaşım ise 1992 de ilk defa yapılmasından sonra daha popüler hale geldi. Laparoskopiyi tercih eden cerrahlar % 64 oranında mesh ile onarımı tercih etmiş-ler ve % 69 oranında herni kesesine dokunmamışlardır. Laparoskopik yapılan vakalarda açık cerrahiye göre daha az komplikasyon görülmüş ve hastalara daha kısa süreyle hastanede kalmışlardır. Laparoskopik herni onarımı gibi modern cerrahi yöntemler açık cerrahiye göre daha kısa hastanede kalma süresi ve daha az komplikasyon oranla-rıyla tercih edilmesi gereken yöntemlerdir [5]. Her ne kadar semptomatik vakalarda cerrahi yaklaşımın faydaları bilin-sede asemptomatik vakalarda cerrahi yapılıp yapılmaması üzerine henüz bir fikir birliği yoktur. Bir diğer tartışma da Morgagni hernisine yaklaşım abdominal mi yoksa torakal mi olması konusundadır. Her nekadar morgagni hernisine abdominal yaklaşımda kese içine herniye olan organların redüksiyonu daha kolay olsada laparatomi sonrası ventral herni olasılığı,uzun süre hastanede yatış da bu yaklaşımın dezavantajlarıdır. Torakotominin avantajı ise mediastinal ve plevral yapışıklıkların kolay disseksiyonuna izin verme-sidir [5]. Yeterli görüş alanı ve kolay onarım sağladığı için torakotomiyi öneren yazarlarda mevcuttur [6]. Preopera-tif tanı varlığında redükte edilen abdominal organların beslenmesi ve fonksiyonel durumlarının değerlendirilmesi yönünden transabdominal yol avantajlıdır [7]. Hastamızda batın organlarına ait komplikasyonlar olabileceği ön plan-da düşünülerek organların fonksiyonlarını değerlendirmek ve gereğinde müdahale edebilmek amacıyla batından yaklaşım tercih edilmiştir.Cerrahi teknik olarak abdominal, transtorasik, laparosko-pik ve torakoskopik yaklaşım seçenekleri uygulanmakta-dır.. Preoperatif tanı konulmuş hastalarda transabdomi-nal yaklaşım tercih edilirken, transtorasik insizyonla da başarılı sonuçlar bildirilmektedir. Morgagni hernisinin so-lunum arresti gibi fatal komplikasyonlara yol açabileceği göz ardı edilmemelidir.
Kaynaklar
1. Hoyos DA. Foramen of morgagni hernia. In: Shields TW, Locicero III J, Reed CE, Feins RH, eds. General Thoracic Surgery. 7th ed. Philadelphia: Lippincott Williams and Wilkins; 2009: 719-24.
2. Demircan S. Morgagni hernisi. In: Ökten İ, Güngör A, eds. Göğüs Cerrahisi.1.baskı. Ankara: Sim Matbaacılık; 2003: 769-70.
3. Iso Y, Sawada T, Rokkaku K, Furihata T, Shimoda M, Kita J et al. A case of symptomatic Morgagni’s hernia and a review of Morgagni’s hernia in Japan (263 reported cases). Hernia 2006; 10: 521-524.
4. Matsushita T, Seah PW, Gani J. Giant Morgagni hernia causing cardiac tamponade. Heart, Lung and Circulation 2007; 16: 392-393.
5. Horton JD, Hofmann LJ, Hetz SP. Presentation and management of morgagni hernias in adults: a review of 298 cases. Surg Endosc. 2008; 22; 1413-20
6. Kiliç D, Nadir A, Döner E, Kavukçu S, Akal M, Ozdemir N, et al. Transthoracic approach in surgical management of Morgagni hernia. Eur J Cardiothorac Surg. 2001; 20: 1016-1019.
7. Yörük Y, Mamedov R, Köse S, Ekim T. Erişkin Morgagni hernilerinde cerrahi tedavi. Türk Göğüs Kalp Damar Cer Derg 1998; 6(6): 517-520
Download attachments: KATD-194.pdf
Ali Kilicgun, Ahmet Oguz Hasdemir, Murat Bozgeyik, Rıdvan Cakmaz, Cavit Col. A Case of Morgagni Hernia Resulting with Respiratory Arrest. J Clin Anal Med. 2011;2(2):52-54
Citations in Google Scholar: Google Scholar
This work is licensed under a Creative Commons Attribution 4.0 International License. To view a copy of the license, visit https://creativecommons.org/licenses/by-nc/4.0/
Sedation for Esophagogastroduodenal Endoscopy
Tayfun Aydın 1, Sacit Güleç 2
1 Anesteziyoloji ve Reanimasyon A.B.D, Dumlupınar Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kütahya, 2 Anesteziyoloji ve Reanimasyon A.B.D, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Eskişehir, Turkey
DOI: 10.4328/JCAM.11.2.41 Received: 31.01.2010 Accepted: 02.03.2010 Printed: 01.05.2011 J Clin Anal Med 2011;2(2):61-7
Corresponding Author: Tayfun Aydın, İstiklal Mahallesi Porsuk Bulvarı, Başkurt Apartmanı, No: 69/13, 26010, Eskişehir, Türkiye. GSM: +905332209450 Fax: +9002742652277 Email:drtayfunaydin@gmail.com
Different anesthetic techniques and drugs can be used for esophagogastro-duedonal endoscopy. However, the scientists are still searching for appropri-ate drugs and protocols for sedation during esophagogastroduedonal endos-copy. The aim of this review is to discuss the topics related with sedation and esophagogastroduedonal endoscopy in the light of literature. Today standard procedure for diagnostic esophagogastroduedonal endoscopy usually con-sists of topical pharyngeal anesthesia, minimal sedation or anxiolysis, which may be complemented with analgesia when needed. When a prolonged, com-plex, or particularly troublesome or painful examination is foreseen, deeper sedation with multiple drugs and in closed observation of a staff may be required.
Keywords: Endoscopy; Gastrointestinal Endoscopy; Sedation
Introduction
Esophagogastroduodenal Endoscopy EGDE is a disturb-ing procedure. Even sedation is not required to perform a technically adequate EGDE; it has been accepted as a standard practice for decades. The primary aim of using sedation is to increase the comfort both for the patient and endoscopist and decrease the duration of the pro-cedure by easing the endoscopy course and increasing patient cooperation and willingness for future EGDE’s by diminishing the memory of the event. However, the use of sedation for endoscopic procedures varies widely throughout the world and there is still no consensus on sedation types for EGDE [1].It is important to examine current practice for increasing the quality of EGDE and sedation techniques. We have much experienced in rigid EGDE than colonos-copy. So the purpose of this review is to summarize the characteristics of drugs used for rigid EGDE and to pres-ent an outline for endoscopist. There is also a contro-versy on the specialty of staff that performs sedation we did not criticize any suggestions on this issue.BackgroundSedation is a continuum of progressive impairment in consciousness that has been roughly divided into four different levels, ranging from anxiolysis or minimal seda-tion to general anesthesia [2].Sedation levels according to the American Society of Anesthesiology (ASA) were shown in table 1.
Preprocedural Preparation and Assessment
Endoscopist will have to assess patient and procedural-related factors before reaching a decision on what specific type of endoscopic sedation and drug (if any) to use. These factors should include medical his-tory of the patient, review of drug and food (egg, soy) allergies, current medications (history of antidepressant, neuroleptic or cardiologic agent), potential drug inter-actions, history of adverse reaction to sedation or an-esthesia, preoperative fasting (time and nature of last oral intake). History of tobacco, alcohol, or substance us-age should also be evaluated. In addition, all women of childbearing age should be queried about the possibility of pregnancy.The preprocedural airway assessment is the most criti-cal aspect of safe sedation practice [3]. In order to predict which patients may be more likely to show difficulties re-garding airway, the following should be considered: History of problems with previous anesthesia, presence of sleep apnea, snoring; facial dimorphism; oral cavity abnormali-ties (mouth opening smaller than 3 cm, protruding incisors, high-arched palate, macroglossia, tonsillar hypertrophy or nonvisible uvula (Mallapati III-V), inability to bite upper lip by lower incisors, neck abnormalities (morbid obesity, short neck, limited neck extension, endothoracic goiter, neck mass, reduced hyoid-mental distance (< 3 cm)]; patients with man-dibular abnormalities (micro-retrognatia,). Patients who were not in good health (ASA>3-4) or had risk factors for the development of airway complica-tions or possible airway management problems should be excluded.
How to Perform an Unsedated Endoscopy?
Selected older patients, male gender, patients who are not anxious, may have better tolerance of upper endoscopy pa-tients may be able to undergo EGDE without sedation by use of topical pharyngeal anesthesia (TPA) [4]. However, first time examinees with high scores for trait anxiety poorly tolerate insertion of the endoscope. In order to perform an unsedated endoscopy the traditional techniques consist fol-lowing steps.1. Asking to pa-tient whether he or she prefer spray or gargling before appli-cation of TPA.2. Observing pharyngeal sensitiv-ity during application of TPA. (Encouraging patient to say “aah” is not recommended because this might expose the larynx to the anesthetic agent and inhibits the cough reflex. )3. Observing patient after first puff for any adverse events. (Patients may swallow the anesthetic after a while.)Maximum dose of lidocaine (1-1.5 mg/kg ) (7-10pufs) should be kept in mind. A high trait-anxiety score during local anes-thesia application usually points out a difficult EGDE.
Topical Pharyngeal Anesthesia (TPA)
Main indication for TPA is to suppress vomiting re-flex. Vomiting reflex during insertion of the endoscope and its operation in the upper gastrointestinal tract may cause changes in hemodynamics, oxygen saturation and au-tonomic nervous activities, and even induce lethal dis-rhythmia or sudden death [5, 6, 7 ].In clinical practice, topical anesthesia is used during unsedated EGDE. It is more beneficial for younger pa-tients who are anxious or undergoing EGDE for the first time without sedation [8]. TPA can be applied either by spraying or gargling. Even patient’s preferences among TPA is favored on gargling, spray application may be more feasible for the proce-dure because the anesthetic agent can be applied to the posterior pharyngeal wall visually. During administration of TPA, observing the presence of a strong gag reflex strongly correlates with pharyngeal sensitivity as a “real-life” clinical practice [9]. Some patients may dislike its taste, the burning sensa-tion that accompanies anesthesia and the anesthetic feeling itself [10]. Lidocaine, benzocaine, and tetracaine are the most commonly used topical local anesthetics in the endoscopy suites [11]. Traditionally spraying poste-rior pharyngeal wall with 1-1.5 mg/kg lidocaine provides sufficient TPA. Commercial lidocaine sprays contains 10 mg lidocaine per puff. Lidocaine is relatively poorly ab-sorbed (much is swallowed) from the nasopharynx. It is well tolerated in the elderly patients with co morbidities. However, lidocaine is irritant and can cause complete airway obstruction due to laryngospasm [12]. Lidocaine lollipops are promising form of local oropharyngeal an-esthesia for EGDE.Risks of TPA: The potential complications of TPA are mainly laryngospasm, anaphylactic reactions, systemic toxicity (methemoglobinemia) to topical anes-thetics, and aspiration pneumonia [13].Because up to 25% of patients receiving pharyngeal an-esthesia showed radiologic evidence of aspiration, TPA should not be used in cases with predisposing factor for aspiration [14,15]. It should be kept in mind that the an-esthetic effect of TPA can last for more than 30 to 40 minutes after the procedure. Patients should be strictly advised not to take any oral food and/or beverage (fast for about an hour) after EGDE. Methemoglobinemia should be considered in patient who develops cyanosis after TPA especially with benzo-caine [16]. Supplemental oxygen and Methylene blue, 1–2 mg/kg should be administered over 5 min after, arterial blood gases analyses with co-oximetry. Patients with a glucose-6 phosphodiesterase deficiency require transfu-sion or dialysis for treatment [17].
Intraprocedural Monitoring
During EGDE, patients routinely positioned on side lying or prone and a mouth adaptor and an endo-scope in the mouth that narrows airway and restricts air flow. Because hypoxemia and hypoten¬sion are the major reasons of major complications during EGDE, pa-tients should be monitored for hemodynamic and respi-ratory status. Baseline readings should be obtained at least four times; prior to sedation, during procedure, dur-ing recovery and before discharge. Patients should be monitored with continuous electro-cardiogram (ECG) during moderate sedation and blood pressure should be chequed by intervals.The respiratory cycle of oxygenation and ventilation are related, but completely separate, physiologic processes. Human body has reserves that hold on and provides oxy-gen for several minutes. If sedation is deep enough to compromise breathing, body begins to consume these reserves while chest continues to move up and down and breathing efforts of patient moves dead space air only. SpO2 begins to drop after body oxygen reserves con-sumed.From this point of view, it is not logical to expect the accurate level of ventilation and oxygenation breath to breath by pulseoximeters. To date the most pertinent in-formation about frequency and adequacy of breathing during sedation is provided by capnography [18, 19, 20]. During endoscope introduction waveforms diminishes due to gag reflex. The waveform should return once the scope has advanced. However, a fall in SpO2 does not occur during introduction of endoscope.Supplemental OxygenThe ASA Task Force recommends supplemental oxygen for moderate and deep sedation unless specifi-cally contraindicated. However, giving supplemental oxy-gen may cause long apnea periods in heavily sedated pa-tients. and may result in higher rates of cardiopulmonary unplanned events [21]. An average 6 minutes of apnea is required before a healthy adult desaturates to less than 90% [22], and 2 to 4 minutes for healthy children [23, 24, 25].
Sedation and Analgesic Agents Used for Endoscopy
Before deciding the appropriate agent and application way of sedation, it is of paramount importance to decide the type of endoscopic procedure (diagnostic, therapeu-tic), the degree of pain associated with it, and the length of total procedure time. Diagnostic and uncomplicated therapeutic upper endoscopy can be performed under moderate sedation. More complicated, lengthy proce-dures and patients with special conditions may require deep levels of sedation. Sedation monitoring and rescue equipment should be available in the room.
Benzodiazepins
The most commonly used benzodiazepines are midazolam and diazepam. The efficacy of sedation with these 2 benzodiazepines is comparable [26]. However, there is a known favor on midazolam due to minimal risk of venous irritation and phlebitis resulting in painless İ.V. injection, strong anterograde amnesia and an existing antidote flumazenil [27].Midazolam has a longer interval to peak effect (8–12 min versus 2–5 min) and almost 3.5 times more potent than diazepam. The anti-anxiety and sleep effects are generally manifested 1–2 min after intravenous in-jection of 5 mg dose and anterograde amnesia effect becomes evident after 4 min, continuing up to 30 min after injection.Standard i.v. dose for sedation induction is 0.06-0.07 mg/kg. Esophageal intubation could successfully be per-formed after 30 seconds and patients will not remember the procedure [28]. When the sedative state 30 s after i.v. midazolam is insufficient, appropriate additional doses should be administered [28]. It should be kept in mind that benzodiazepines are lipid-soluble (particularly mida-zolam) and repeated doses may accumulate into the adi-pose tissue and after subsequently releasing, prolongs recovery. Benzodiazepine combinations: Because midazolam does not exhibit any analgesic effects, sole use for conscious sedation does not suppress sympathic stimulation due to esophageal intubation [29]. In order to reduce the harm-ful effects of sympathic stimulation benzodiazepines are usually combined with opioids. The obvious disadvan-tage of benzodiazepine-opioid combination is respirato-ry depression due to synergistic effect by flattening the carbon dioxide (CO2) response curve of the respiratory center. When given with fentanyl, only about 25% of the ED50 dose of midazolam and 25% of the ED50 dose of fentanyl were necessary to produce unresponsiveness. In past midazolam usually combined with pethidine. How-ever, it has a slower onset of action that delays the start of endoscopy, longer duration of action that prolongs the recovery and produces more postprandial nausea and fatigue when compared with newer opioids. Nowadays, it is not realistic to use it while more suitable drugs like fentanyl were still exists.
Propofol
Propofol is the most studied sedative agent for gastro-intestinal endoscopy. It is pure sedative/hypnotic without analgesic properties. It has a rapid onset and offset ef-fect time. When used for GI endoscopy, 40 to 60 mg bo-lus doses are typically produce sedation in normal adults within 40 seconds ie, “1 arm-brain circulation”. Subse-quent doses should be administered after assessment of responses to the initial dose, but typically given in 10- to 20-mg increments every 1 to 2 minutes. Dose reduction is necessary in patients with cardiac dysfunction and in the elderly as a result of decreased clearance.Therapeutic index (the difference between the doses for moderate and deep sedation) of propofol is very narrow. This means that patients may quickly slip from moder-ate to deep sedation or to general anesthesia. Therefore, vigilant monitoring is necessary. It is a pregnancy category B drug and should be used with caution during lactation [30]. Vials are labeled for single-use only; unused portions should be discarded within 6 hours to decrease the risk of contamination.Two preparations exist; one is prepared as an oil/water emulsion consisting of 1% propofol, 10% soybean oil, 2.25% glycerol, and 1.2% egg lecithin. It is contraindicated in pa-tients with propofol allergy or hypersensitivity to eggs or soybean. The other preparation has bisulfates; and it is con-traindicated in patients with, allergies/reactions to bisul-fates. Propofol is superior to other sedatives in terms of recovery time, physician and patient satisfaction and psychomotor testing during discharge [31]. However, a benefit in this re-gard over traditional benzodiazepine/narcotic combinations has not been uniformly demonstrated [32].The total dosage needed to perform EGDE is slightly higher than for colonoscopies with an accompanying increased risk of apnea [33, 34]. Nevertheless, the short procedure time corresponds very well with the action of the drug. After an adequate level of sedation has been reached, most EGDE’s could be performed without further additional doses. It is concluded that propofol concentration which suppresses the somatic response to EGDE was higher than the concentration that suppresses a response to verbal command [35]. However, dose-related side effects such as hypotension, hypoventilation, or bradycardia are relatively frequent, when large doses are administered [36].
Propofol combinations
Due to the mentioned lack of analgesic effect of propofol it is logical to use it in conjunction with a pain-relieving drug (balanced anesthetic technique) [37]. In accordance with this data, nowadays propofol-opioid combination became an al-ternative to the traditional benzodiazepine-opioid combina-tion. More precise dose titration is possible with smaller bo-lus doses of propofol (5-15 mg) and the potential for partial pharmacologic reversibility by naloxone [38,39]. Propofol-Pethidine Combination: Pethidine prolongs the re-covery time compared with alfentanil [40].Propofol Benzodiazepine Combination: This regimen was not superior in terms of sedation and was associated with longer recovery times [41]. In fact it eliminates the advan-tage of using propofol because both drugs are sedative and combining two same class drugs does not produce an effect that each one has.Propofol-ketamine Combination: The combination of propo-fol with subhypnotic, analgesic dosages of ketamine im-proves patient comfort, suppress the need for supplemen-tal opioids, reduces total propofol dose, and (in contrast to benzodiazepines) do not have cardiorespiratory depressant actions [42]. Guit et al. [43] reported that propofol-fenta-nyl combination depressed hemodynamics, but propofol-ketamine combination resulted in stable hemodynamics. Therefore Propofol-Ketamine may be an effective combina-tion during EDGE’s of patients with limited cardiac reserves. Propofol-Ketamine combination was associated with more patient satisfaction and amnesia and a reduced need for restraint during fiberoptic bronchoscopy [43]. This suggests that the level of sedation was deeper with the PK combination. Propofol-remifentanil Combination: Remifenta-nil is an ultra-short acting mu-opioid receptor agonist with zero-order kinetics and provides dense analgesia. However, it has no hypnotic or amnestic properties and it is not suitable for patients with high anxiety levels. It should be used under closed supervision of anesthetist [44]. There are now two different strategies in using propofol for EGDE. First one is to use propofol as a routine seda-tive for all EGDE’s in outpatient settings due to its rapid re-awakening and metabolism even without an anesthe-sia staff [33, 34, 45]. However, propofol use by nonanes-thesiologists remains a contraindication in the package insert of propofol in most countries. In fact there are some economic aspects of this tradition. These are the costs of anesthesia staffs and rather expensive cost of propofol. The supporters of second strategy thought that propofol is primarily an anesthetic agent and should be reserved for prolonged and difficult endoscopic procedures [46, 47, 48]. Sedation guidelines produced by the American Society of Gastroenterology partially contradict those produced by the American Society of Anesthesiologists for sedation by non-anesthesiologists, whereas the Ger-man guidelines were developed with anesthesiologists involved. In accordance with ASA, it’s our belief that propofol is an ideal agent for short diagnostic EDGE’s. However, it should be used with closed observation of an anesthetist during long lasting therapeutic EDGE’S while this enables gastroenterologists to get pleasure of performing endoscopy without concerning of what is happening to the patient.
Pediatric Endoscopy
Diagnostic and therapeutic pediatric upper gastrointes-tinal endoscopy procedures have dramatically increased during last decades. Gastrointestinal endoscopy in an uncooperative child is very risky and may be associated with perforation of the gastrointestinal tract. Effective and safe sedation is crucial for this procedure. The goals of anesthetic sedation regimens for pediatric gastrointestinal endoscopy are to ensure pa-tient safety, immobility, comfort, successful completion, and amnesia of the procedure. Other goals are to maxi-mize efficiency and contain costs [49]. The method of se-dation is a matter of choice after careful consideration of a number of factors including the patient’s condition, ASA classification, the type of procedure, the parents’ and patient’s preference, and the level of cooperation of the patientWith proper patient selection, intravenous se-dation is a safe and effective method for sedation in pe-diatric endoscopy [50,51]. General anesthesia should be considered necessary for highly complicated procedures and for patients at high risk for cardiovascular complica-tions. Airway of infants and children requires a sound understanding and knowledge of the variations in anato-my, physiology, and pathology in a wide age range of pa-tients. Each case, depending on the presenting problem, may require a different approach to anesthesia.
The Infant Airway
The larynx is anatomically higher. Tongue is closer to the roof of the mouth and can easily obstruct the airway. Larynx is more superior so visualization of laryngeal structures in infants is more difficult. The epiglottis is omega shaped, stiffer and tilted posteriorly, resulting in more difficulty in visualization of the vocal cords. Addi-tionally, the trachea is more compliant than adults and more sensitive to dynamic compression. The cricoid car-tilage is the narrowest part of the airway. It is nonex-pendable and airway edema owing to instrumentation may easily obstruct the airway. Oxygen reserves in the infant are low and oxygen consumption is high. Hypox-emia occurs very rapidly and many times worsens by gastric distention.Unlike adult patients who can receive minimal or moder-ate sedation, the pediatric patient requires deep seda-tion or general anesthesia [52]. Administration of seda-tive medications should be weight based and titrated by response after allowing adequate time to assess the effects of each dose. However, there is no standard prac-tice for anesthesia in children undergoing gastrointesti-nal endoscopy. Communication between the endoscopist and the anesthesiologist is the cornerstone of successful endoscopy. Propofol in conjunction with a short acting benzodiaz-epine such as midazolam and a narcotic such as fentanyl or remifentanyl may be titrated in small increments for intravenous sedation.Ketamine with propofol and midazolam provides effec-tive sedation in pediatric patients. However this regimen has more side effects such as cough, dizziness, vomiting, and diplopia. Small doses of ketamine largely spares the upper airway muscle tone and laryngeal reflexes Non-per-OS Guidelines for pediatric patients: Non-per-OS guidelines are set forth by the ASA as well as the American Academy of Pediatrics in 1992, which require fasting for solids and breast milk 4 hours for infants younger than 6 months, 6 hours for those 6 to 36 months, and 8 hours for those older than 36 months.
Endoscopy in Pregnancy
Endoscopy is rarely required during pregnancy. If neces-sary the procedure should be performed with the lowest possible dose of category B and C drugs or if possible, without any sedation [53]. Category D drugs may be used when the benefit clearly outweighs the risks safely.
Benzodiezepines (category D)
Prolonged use of diazepam during early pregnancy has been associated with cleft palate and other congenital abnormalities. Although there are no data on the use of intravenous diazepam for sedation for endoscopy, it is best avoided. Midazolam is a category D drug, but there are no reports of congenital abnormalities.Pethidine (category B): There is no reported evidence of teratogenicity [54].Topical lidocaine: Topical lidocaine is appears to be safe during pregnancy [55].The potential risks associated with endoscopy during pregnancy:1. Oversedation may cause maternal hypotension and hypoxia, which in turn may lead to fetal hypoxia, with potentially fatal consequences.2. The fetus may be exposed to potentially terato-genic drugs and radiation.3. Care must be taken with maternal positioning to avoid inferior vena caval compression by the pregnant uterus, which can lead to decreased uterine blood flow and fetal hypoxia.Because of these known risk factors the following fac-tors should be chequed.(1) A strong indication, particularly in high-risk pregnan-cies.(2) Defer endoscopy to the second trimester whenever possible.(3) Try to use the lowest dose of sedative medication.(4) Wherever possible, use category A or B drugs.(5) Minimize procedure time.(6) Pregnant patients should be positioned in left pelvic tilt or left lateral position to avoid vena caval or aortic compression.(7) Fetal heart sounds should be confirmed before during and after sedation.(8) Obstetric support should be available in the event of a pregnancy-related complication.(9) Endoscopy should be avoided during obstetric com-plications such as placental abruption, imminent deliv-ery, ruptured membranes or pre-eclampsia.
Nurse-Administered Sedation
The propofol dose must be carefully titrated according to the individual patient’s response. Factors influenc-ing dosage include age, ASA class, patient’s height and procedure duration. Propofol’s primary risk is its narrow therapeutic range which necessitates careful patient monitoring. The endoscopy team should take the respon-sibility of recussitation of the patient when necessary.
Patient-Controlled Sedation (PCS)
The combination of propofol with an anesthetic agent has likewise been repeatedly shown as practical for PCS during colonoscopy [56]. The typical self-administered bolus con-sists of 4.8 mg propofol and 125 μg alfentanil [40]. However there is lack of data for PCS during EDGE. Furthermore the concept of PCS depends on patient reaction to an unpleas-ant sensation necessitating patients to be sedated at levels that first permit to experiences pain than control the pain. This technique provides an individually tailored sedation and may only be applicable to convenient patients who can take responsibility for their own sedation.
Complications of Esophagogastroduedonal Endoscopy
The complication rate of EGDE is about 0.1% with cardiopulmonary events predominating [57].The majority of complications are due to oversedation, hypoventilation, vasovagal episodes, airway obstruction and aspiration [58]. Ascending ASA physiologic classification, age >60 years, in-patient status, the use of supplemental oxygen, and the in-volvement of a trainee in the procedure are the independent risk factors for CPC’s [4].Aspiration: The risk of aspiration is minimal during diagnos-tic endoscopy. Aspiration is particularly likely when protec-tive reflexes are blunted by excessive sedation or coexisting diseases of patients like encephalopathy, diabetic gastropa-resis sleep apnea syndrome, severe chronic obstructive pul-monary disease, or coronary heart disease and in the setting of emergency treatment of upper gastrointestinal hemor-rhage, and during long-lasting procedures. Satisfactory oral suction and airway control are mandatory issues [59]. TPA should be avoided [15]. In order to prevent aspiration, pa-tients should be fasted far enough time before sedation (2 hours for clear liquids and 6 hours for light meals) [2].
Conclusion
Today standard procedure for diagnostic EGDE usually con-sists of topical pharyngeal anesthesia (TPA), minimal seda-tion or anxiolysis, which may be complemented with analge-sia when needed. When a prolonged, complex, or particularly troublesome or painful examination is foreseen, deeper se-dation with multiple drugs may be required.It is of paramount importance to use standart monitoring and recussitation equipment during procedure. Start with a low dose, assessing the response of the patient’s sedation level, ventilatory and cardiovascular status; and proceeding gradually with titration along with topical pharyngeal anes-thesia is the most common technique used for EDGE. Pa-tients may require different levels of sedation for the same procedure and may attain varying levels of sedation during a single procedure due to interindividual variability of re-sponse to drugs used for sedation.
References
1. Rex DK, Khalfan HK. Sedation and the technical performance of colonoscopy. Gastrointest Endoscopy Clin North Am. 2005; 15: 661-72.
2. Practice guidelines for sedation and analgesia by non-anesthesiologists. Anesthesiology. 2002; 96:1004-1017.
3. Graber RG. Propofol in the endoscopy suite: an anesthesiologist’s perspective [editorial]. Gastrointest Endosc. 1999; 49: 803-6.
4. Standards of Practice Committee, Lichtenstein DR, Jagannath S, Baron TH, Anderson MA, Banerjee S, Dominitz Ja. Sedation and anesthesia in GI endoscopy. Gastrointest Endosc. 2008; 68: 815-26.
5. Palmer ED. The abnormal upper gastrointestinal vagovagal reflexes that affect the heart. Am J Gastroenterol. 1976; 66: 513-22.
6. Rostkus PS, McDonald GB, Albert RK. Upper intestinal endoscopy induces hypoxemia in patients with obstructive pulmonary disease. Gastroenterology. 1980; 78: 488-91.
7. Hayashi T, Nomura M, Honda H, Teszuka K, Torisu R, Takeuchi Y, et. al. Evaluation of autonomic nervous function during upper gastrointestinal endoscopy using heart rate variability. J Gastroenterol. 2000; 35: 815-23.
8. Soma Yi, Saito H, Kishibe T, Takahashi T, Tanaka H, Munakata A. Evaluation of topical pharyngeal anesthesia for upper endoscopy including factors associated with patient tolerance. Gastrointest Endosc. 2001; 53: 14-8.
9. Smith JL, Opekun A, Graham DY. Controlled comparison of topical anesthetic agents in flexible upper gastrointestinal endoscopy. Gastrointest Endosc. 1985; 31: 255-258.
10. Isenberg G. Topical anesthesia: To use or not to use-that is the question. Gastrointest Endosc. 2001; 53: 130-133.
11. Waring JP, Baron TH, Hirota WK, Goldstein JL, Jacobson BC, Leighton JA., et al. Guidelines for conscious sedation and monitoring during gastrointestinal endoscopy. Gastrointestinal Endoscopy. 2003; 58: 317-322.
12. McGuire G, El-Beheiry H. Complete upper airway obstruction during awake fibreoptic intubation in patients with unstable cervical spine fractures. Can J Anaesth. 1999; 46: 176–8.
13. Stoelting, R. K. (1999). Local anesthetics. Pharmacology and physiology in anesthesia practice. 172-173.
14. Prout BJ, Metreweli C. Pulmonary aspiration after fibre-endoscopy of the upper gastrointestinal tract. Br Med J. 1972; 4: 269-71.
15. Quine MA, Bell GD, McCloy RF, Charlton JE, Devlin HB, Hopkins A. Prospective audit of upper gastrointestinal endoscopy in two regions of England: safety, staffing, and sedation methods. Gut. 1995; 36: 462-7.
16. Paparella S. Topical anesthetic sprays directly associated with a serious, sometimes fatal adverse reaction: methemoglobinemia. Journal of Emergency Nursing. 2005; 31, 468–469.
17. Srikanth MS, Kahlstrom R, Oh KH, Fox Sri Fox ERi Fox KM. Topical benzocaine (Hurricaine®) induced methemoglobinemia during endoscopic procedures in gastric bypass patients. Obesity Surgery. 2005; 15: 584-590.
18. Soto RG, Fu ES, Vila H Jr, Miguel RV. Capnography accurately detects apnea during monitored anesthesia care. Anesth Analg. 2004; 99: 379–382.
19. Capnography: The ventilation vital sign. RT Magazine. Retrieved September 26, 2004, from http://www.rtmagazine.com.
20. American Society of Anesthesiologists Task Force on Sedation and Analgesia by Non-Anesthesiologists Paractice: Guidelines for sedation and analgesia by non-anesthesiologists. Anesthesiology. 2002; 96: 1004-17.
21. Sharma VK, NguyenCC, Cowell MD, Lieberman DA, de Garmo P, Flesicher DE. A national study of cardiopulmonary unplanned events after GI endoscopy. Gastrointest Endosc. 2007; 66: 27-34.
22. Patel R, Lenczyk M, Hannallah RS, McGill WA. Age and the onset of desaturation in apnoeic children. Can J Anesth. 1994; 41: 771-774.
23. Jense HG, Dubin SA, Silverstein PI, O’Leary-Escolas U. Effect of obesity on safe duration of apnea in anesthetized humans. Anesth Anal. 1991; 72:89-93.
24. Xue FS, Tong SY, Wang XL, Deng XM, An G. Study of the optimal duration of preoxygenation in children. J Clin Anesth. 1995; 7: 93-96.
25. Xue FS, Luo LK, Tong SY, Liao X, Deng XM, An G. A study of the safe threshold of apneic period in children during anesthesia induction. J Clin Anesth. 1996; 8: 568-574.
26. Zakko SF, Seifert HA, Gross JB. A comparison of midazolam and diazepam for conscious sedation during colonoscopy in a prospective double-blind study. Gastrointest. Endosc. 1999; 49: 684-9.
27. McCloy RF, Pearson RC. Which agent and how to deliver it? A review of benzodiazepine sedation and its reversal in endoscopy. Scand J Gastroenterol Suppl. 1990; 179: 7-11.
28. Yi SY, Shin JE. Midazolam for patients undergoing upper gastrointestinal endoscopy: a prospective, single-blind and randomized study to determine the appropriate amount and time of initiation of endoscopy. J Gastroenterol Hepatol. 2005; 2: 1873-9.
29. Yazawa K, Adachi W, Owa M, Koide N, Hanazaki K, Kajikawa S, et. al. Can sedation reduce the cardiac stress during gastrointestinal endoscopy? A study with non-invasive automated cardiac flow measurement by color Doppler echocardiography. Scand J Gastroenterol. 2002; 37: 602-7.
30. Qureshi WA, Rajan E, Adler DG, Davila RE, Hirota WK, Jacobson BC. ASGE guideline: guidelines for endoscopy in pregnant and lactating women. Gastrointest Endosc. 2005; 61: 357-62.
31. McQuaid KR, Laine L. A systematic review and meta-analysis of randomized, controlled trials of moderate sedation for routine endoscopic procedures. Gastrointest Endosc. 2008; 67: 910-23.
32. Van Natta ME, Rex DK. Propofol alone titrated to deep sedation versus propofol in combination with opioids and/or benzodiazepines and titrated to moderate sedation for colonoscopy. Am J Gastroenterol. 2006; 101: 2209-17.
33. Rex DK, Overley C, Walker J. Registered nurse-administered propofol sedation for upper endoscopy and colonoscopy: Why? When? How? Rev Gastroenterol Disord. 2003; 3: 70-80.
34. Heuss LT, Schnieper P, Drewe J, Pflimlin E, Beglinger C. Risk stratification and safe administration of propofol by registered nurses supervised by the gastroenterologist: A prospective observational study of more than 2,000 cases. Gastrointest Endosc. 2003; 57: 664-671.
35. Kazama T, Takeuchi K, Ikeda K, Ikeda T, Kikura M, Iida T. Optimal propofol plasma concentration during upper gastrointestinal endoscopy in young, middle-aged, and elderly patients. Anesthesiology. 2000; 93: 662-9.
36. Rex DK, Heuss LT, Walker JA, Qi R. Trained registered nurses/endoscopy teams can administer propofol safely for endoscopy. Gastroenterology. 2005; 129: 1384-91.
37. Short TG, Plummer JL, Chui PT. Hypnotic and anaesthetic interactions between midazolam, propofol and alfentanil. Br J Anaesth. 1992; 69: 162-7.
38. Kern SE, Xie G, White JL, Egan TD. A response surface analysis of propofol remifentanil pharmacıdynamic interaction in volunteers. Anesthesiology. 2004; 100: 1373-81.
39. Külling D, Fantin AC, Biro P, Bauerfeind P, Fried M. Safer colonoscopy with patient-controlled analgesia and sedation with propofol and alfentanil. Gastrointest Endosc. 2001; 54: 1-7.
40. Short TG, Chui PT. Propofol and midazolam act synergistically in combination. Br J Anaesth. 1991; 67: 539-45.
41. Gozal D, Valery Y, Cohen M, Wengrover D. Propofol/midazolam vs propofol/ketamine in patients undergoing gastrointestinal endoscopies. Gastrointest Endosc. 2006; 63: AB189.
42. Guit JBM, Koning HM, Coster ML, Niemeijer RPE. Mackie DP. Ketamine as analgesic for total intravenous anaesthesia with propofol. Anaesthesia. 1991; 46: 24-27.
43. Hwang J, Jeon Y, Park HP, Lim YJ, Oh YS. Comparison of alfentanil and ketamine in combination with propofol for patient-controlled sedation during fiberoptic bronchoscopy. Acta Anaesthesiol Scand. 2005; 49: 1334-1338.
44. Nieuwenhuijs DJ, Olofsen E, Romberg RR, Sarton E, Ward D, Englbers F. Response surface modeling of remifentanil-propofol interaction on cardiorespiratory control and bispectral index. Anesthesiology. 2003; 98: 312-22.
45. Walker JA, McIntyre RD, Schleinitz PF, Jacobson KN, Haulk AA, Adesman P. Nurse-administered propofol sedation without anesthesia specialists in 9,152 endoscopic cases in an ambulatory surgery center. Am J Gastroenterol. 2003; 98: 1744-1750.
46. Wehrmann T, Kokabpick S, Lembcke B, Caspary WF, Seifert H. Efficacy and safety of intravenous propofol sedation during routine ERCP: A prospective, controlled study. Gastrointest Endosc. 1999; 49: 677-683.
47. Vargo JJ, Zuccaro G Jr, Dumot JA, Shermock KM, Morrow JB, Conwell DL. Gastroenterologist-administered propofol versus meperidine and midazolam for advanced upper endoscopy: A prospective, randomized trial. Gastroenterology. 2002; 123: 8-16.
48. Jung M, Hofmann C, Kiesslich R, Brackertz A. Improved sedation in diagnostic and therapeutic ERCP: Propofol is an alternative to midazolam. Endoscopy. 2000; 32: 233-238.
49. Lightdale JR. Sedation and analgesia in the pediatric patient. Gastrointest Endosc Clin N Am. 2004; 14: 385-399.
50. Gilger MA. Editorial: sedation for pediatric GI endoscopy. Gastrointest Endosc. 2007; 65: 211-212.
51. Elitsur Y, Blankenship P, Lawrence Z. Propofol sedation for endoscopic procedures in children. Endoscopy. 2000; 32: 788-791.
52. Tosun Z, Aksu R, Guler G, Esmaoglu A, Akin A, Aslan D, Boyaci A. Propofol-ketamine versus propofol-fentanyl sedation during pediatric upper gastrointestinal endoscopy. Pediatr Anesth. 2007; 17: 983-988.
53. Cappell MS, Colon V, Sidhom O. A study at eight medical centers of the safety and clinical efficacy of esophagogastroduodenoscopy in 83 pregnant females with follow-up of fetal outcome and with comparison to control groups. Am J Gastroenterol. 1996; 91: 348-354.
54. ASGE Guideline: guidelines for endoscopy in pregnant and lactating women. Gastrointest Endosc. 2005; 61: 357-362.
55. Heinonen OP, Stone D, Shapiro S. Birth defects and drugs in pregnancy. Boston: John Wright, 1982.
56. Lee DW, Chan AC, Sze TS, Ko CW, Poon CM, Chan KC et.al. Patient-controlled sedation versus intravenous sedation for colonoscopy in elderly patients: A prospective randomized controlled trial. Gastrointest Endosc. 2002; 56: 629-632.
57. Carey WD. Indications, contraindications and complications of gastrointestinal endoscopy. In: Sivak MV, (edi). Gastroenterologic endoscopy, Philadelphia: WB Saunders, 1987: 868-80.
58. Hart R, Classen M. Complications of diagnostic gastrointestinal endoscopy. Endoscopy 1990; 22: 229-33.
59. Chon Y, Sub X. Mask adaptor-a novel method of positive pressure ventilation during propofol deep sedation for upper GI endoscopy. Gastrointest Endosc. 2008; 68: 127-31.
Download attachments: KATD-197.pdf
Tayfun Aydin, Sacit Gulec. Sedation for Esophagogastroduodenal Endoscopy. J Clin Anal Med. 2011;2(2):61-67
Citations in Google Scholar: Google Scholar
This work is licensed under a Creative Commons Attribution 4.0 International License. To view a copy of the license, visit https://creativecommons.org/licenses/by-nc/4.0/
Seboreic Dermatitis
Tuncer Saçar 1, Handan Saçar 2
1 Özel Buca Doruk Tıp Merkezi Dermatoloji servisi, 2 Bornova Şifa Hastanesi Dermatoloji Servisi, İzmir, Türkiye
DOI: 10.4328/JCAM.116 Received: 11.12.2010 Accepted: 27.12.2010 Printed: 01.05.2011 JClinAnalMed 2011;2(2):57-60
Corresponding Author: Tuncer Saçar, Özel Buca Doruk Tıp Merkezi Dermatoloji servisi, Mehmet Akif Caddesi, İnkılap Mah. No:107, Şirinyer, İzmir, Türkiye. GSM: 05056735639 E-mail: tuncersacar@hotmail.com
Seborrehic dermatitis is a common inflammatory skin condition occurring most often on the face, scalp and chest. It affects between 1-3 of adults and is more common in males. It is especially common in adolescents, young adults and people older than 50 years old. Frequently, it involves scalp, naso-labial folds, ears, eyebrows and sternum. It is characterised by symetriccal erythematous papules and plaques with greasy yellow squams. The condition has multifactorial etiology and stress, atopy, Pityrosporum ovale, central ner-vous system diseases and drugs are the mostly accused factors. Antiinflam-matory, antimicotic and immunomodulatory drugs are used for therapy. In re-sistent cases, systemic steroids, isotretinoin, antimycotics and phototherapy can be tried. In this review, the literature associated with the etiology, clinical manifestations and treatment of seborrheic dermatitis is overviewed.
Keywords: Seborrheic Dermatitis, Etiopathogenesis, Pimecrolimus, Puva, Therapy.
Giriş
Seboreik dermatit, ilk kez 1887 yılında Paul Gerson Unna tarafından tanımlanan, vücudun sebase glandlardan zengin bölümlerinde yerleşen, kronik, tekrarlayıcı, eritemli, infiltre, yağlı sarımsı skuam-larla karakterize, yüzeyel inflamatuvar deri hastalığıdır [1].
Epidemiyoloji
Seboreik dermatit, 20–50 yaşlar arasında sık görülür, özellikle de adölesan ve postadölesan yaş grubunu etkiler. Seboreik dermatit prevalansı yapılan araştırmalarda %2-10 arasında değişmektedir. Aşağı yukarı toplumun % 50 kadarını etkilemektedir. Birçok hekim ve hasta bunu bir hastalıktan ziyade normalin bir varyasyonu olarak kabul etmektedir. Erkekler kadınlara nazaran bu hastalıktan daha fazla etkilenmektedirler. Bu da sebase gland aktivitesinin androjen kontrolü altında olmasına dayandırılmaktadır [2,3].
Etyoloji ve Patogenez
Seboreik dermatit nedeni tam olarak bilinmemekle birlikte ety-olojisinde bir çok faktörün rol aldığı multifaktöriyel bir hastalıktır. Bu faktörler androjenler, yorgunluk, stres, depresyon, mikroan-jiopatik olabilen vasküler bozukluklar, basınç değişiklikleri gibi atmosfer değişiklikleri, mevsimler, giyim, beslenme biçimleri ve yiyecek allerjileri, otoimmunite, klimakterik değişiklikler, Pity-rosporum ovale (Malassezia furfur), başka nedenlerle alınan ila-çlar, riboflavin, piridoksin, biotin eksiklikleri gibi bir çok faktördür. Bunlardan her biri etyopatogenezde değişik oranda rol oynamakta ve seboreik dermatit şiddetini etkilemektedirler [4-6].Sebum: Seboreik dermatit patogenezinde sebumun rolü aşikârdır. Bununla birlikte hastalarda sebum düzeyleri veya sebum salgı oranları artmış olak bulunmamaktadır. Bu sebeple seboreik dermatit için sebase alanların dermatiti terimi önerilmektedir. Yeni doğanda geniş sebase glandlar ve yüksek sebum oranları gösterilmiştir. Ma-ternal androjen uyarımının etkisi ile yüksek sebum, infantil seboeik dermatitte gözlenmektedir. Altı aylıktan sonraki bebeklerde sebu-mun azalması ile birlikte lezyonların gerilemesi sebumun rolünü desteklemektedir [3].Seboreik dermatitin çok sık görüldüğü hastalıklar grubu Parkin-son hastalığı, fasyal paralizi, supraorbital yaralanma, poliomyelit, siringomyeli, epilepsi, kuadipleji, gasser ganglionunun tek taraflı yaralanması gibi nörolojik bozukluklardır. Bu da immobiliteye bağlı sebum birikiminde artış ile açıklanmaktadır. Sebase glandların nöral kontrolüne ait kanıt identifiye edilmemiştir. Ayrıca etyolojide nörotransmitter anormallikleri ve ilaçlar da rol oynar. Parkinson hastalığının tedavisinde sebum salgı üretimi ve bazen de seboreik dermatit düzelebilmektedir [3,7-10].Bakterilerin ve lipofilik mantarların, yağ ve ter bezlerinin fa-zla miktardaki salgılarının deri yüzeyinde oluşturduğu hidrolipik tabakayı parçalamaları sonucunda inflamatuvar bir reaksiyon orta-ya çıkmaktadır. Lipid bileşimi karakteristik olarak kolesterol, trig-liseritte artma, skualen, serbest yağ asidinde ise azalma şeklindedir. Sebum bileşimindeki değişiklikler, saprofit lipofilik P.ovale mayasının çoğalmasına izin vermektedir. Seboreik dermatit teda-visinde isotretinoin kullanılması ile seboreik dermatit lezyonlarında ve sebum salgı oranlarında anlamlı derecede düşme tespit edilmiştir [3].Mikrobiyal ajanlar: Pityrosporum türleri sebase glandların akroin-findibulumunda yerleşik florada bulunmaktadır. Bununla birlikte P.ovale yalnızca insan deri florasının bir üyesi olmayıp birkaç hastalık için de etyolojik ajandır. Seboreik dermatitte malassasianın önemli rol oynadığını gösteren çalışmalar vardır [11].Normal deri ve seboreik dermatit karşılaştırıldığında seboreik dermatit lezyonlarındaki P.ovale kültür sayısı oranında farklılık yoktu. Fakat malassesia sayısında azalma klinik düzelme ile kore-ledir. Yapılan bir çalışmada, seboreik dermatit lezyonlarında %83 oranında P.ovale %1 oranında tespit edilmiştir. Bununla birlikte seboreik dermatit patogenezindeki dikkat çekici nokta P.ovale nin immunolojik reaksiyonları değiştirmesidir. Patogenezde önemli rol oynayan P.ovale ve parçalanma ürünlerine karşı gelişen anormal immunolojik cevaptır [12].Candida albicans: C.albicans genellikle infantil seboreik derma-titli hastaların deri lezyonları ve dışkı örneklerinde bulunmuştur. C.albicans infantil seboreik dermatit patogenezinde etkilidir fakat en önemli etyolojik ajanlardan birisi değildir. Bununla birlikte adult seboreik dermatitli hastalarda etkili oral nistatin tedavisinden sonra çabuk ve kalıcı olarak gerileyen olgular bildirilmiştir. AIDSli hasta-larda genellikle seboreik dermatit gelişiminden önce oral kandidi-yazis öyküsü bulunmaktadır. [3,13]Staphylococcus aureus: Staf. aureus ve P.ovale genellikle infantil ve adult seboreik dermatit kültürlerinde tespit edilmektedir [3].Propionibacterium acnes: P.acnes seboreik dermatitli hasta-larda genellikle düşük olarak bulunmaktadır. Seboreik derma-titli hastaların deri yüzeyindeki P.acnes P.acnes sayısının az olması, deri yüzeyindeki düşük serbest yağ asidi düzeyleri ile açıklanabilmektedir [3].Nutrisyonel faktörler: Seboreik dermatitte piridoksin, biotin ve esansiyel yağ asidi eksikliği bildirilmiştir. Bu eksikliklerin in-fantil ve adult seboreik dermatit patogenezinde etkili olduğuna inanılmaktadır. Oral ve paranteral biotin verilmesi ile dramatik cevap alınan Leiner hastalığı olguları mevcuttur. Ayrıca D-6-de-satüraz enzim aktivitesi infantil seboreik dermatitte azalmıştır. Bu enzim poliansature yağ asidi sentezinde görevlidir. Oleik asid, lino-leik asid ve araşidonik asid düzeyleri D-6-desatüraz fonksiyonunun bozulmasında değişiklikler göstermektedir. Bu enzim disfonksi-yonu infantil seboreik dermatit ve atopik dermatitte önemlidir [2,3,14,15].Atopi: İnfantil seboreik dermatit ile atopik dermatit arasındaki ilişki iyi bilinmektedir [15].Mineraller: Nutrisyonel faktörler etyolojide diğer faktörler kadar etkilidir. Serum bakır ve magnezyum düzeyleri seboreik dermati-tli hastalarda yüksek olarak tespit edilmiştir. Bakır seruloplazmin komponentidir. Bakırdaki yükseklik bu antiinflamatuvar plazma proteininin yansımasına bağlı olabilir. [1]Güneş ve stres: Güneşe maruziyet seboreik dermatitte pozitif et-kilidir. Stres seboreik dermatiti olumsuz etkilerken, depresyonlu-larda yüksek prevalans saptanmıştır. Bilindiği üzere depresyonlu ve nörolojik hastalar ev içinde yaşamaya meyilli olup, güneşe maruz kalmaktan sakınmaktadırlar. Hayatını çoğunu ev içinde geçirenlerde artmış sebum ürünleri tespit edilmiştir. Seboreik dermatit kapalı ye-rde işi olanlarda yaygındır. Bunun açıklaması; kirlenme, kuru hava ve strese sahip kişilerde bu etkenlerin hastalığı kötüleştirmeleridir. Yaz boyunca UVA ve UVB ışığı P.ovale çoğalmasında inhibisyon yaparak lezyonlarda önemli düzelmeler sağlamaktadır [16].Diğer faktörler: Genetik, nem sıcaklık, alkolik pankreatit, hepatit C enfeksiyonları ve çeşitli kanserlerdir [17-19]..Seboreik dermatit ve diğer dermatozlar: Seboreik dermatit, pityri-asis versikolor, pityrosporum foliküliti gibi diğer deri hastalıkları ile ilişkilidir. Seboreik dermatitli hastalar psoriatik diateze sahiptir.Seboreik dermatit ve AIDS: Bozuk T hücre fonksiyonunun, T hücre bağlı antikor cevabının düşük olmasına ve mantarın de-ride sağ kalmasına neden olduğuna inanılmaktadır. Bu bulgular seboreik dermatitin neden AİDS hastalarında yaygın görüldüğünü açıklamaktadır. AİDS’li hastaların seboreik dermatit lezyonlarında P.ovale artmış sayıda bulunmaktadır. Yeni çalışmalar, AİDS’li hasta-larda seboreik dermatitin yüksek prevalansta olduğunu göstermişti, bu oran %30–85 civarındadır. Bu hastalarda seboreik dermatitin yüksek prevalansı P.ovale’nin aşırı çoğalması ile açıklanabilir ve bazı otörler seboreik dermatitin isminin yanlış olduğunu, dissebor-eik dermatit isminin daha doğru olduğunu önermektedirler. Sebor-eik dermatit HIV pozitif hastalarda daha şiddetli seyreder [1,3,20].Seboreik dermatit ve ilaç erupsiyonları: Özellikle metildopa, sim-etidin ve klorpromazine bağlı ilaç erupsiyonları seboreik dermatit kliniğini taklit edebilmektedir. [3]
Klinik
Seboreik dermatitin tipik lezyonları yavaş gelişen, sınırlı lu plaklardır. Bazı bölgeleri kuru, çoğu bölgeleri yağlı görünümde olan ve kaşıntısı bulunmayan tablolardır. Tam gelişmiş seboreik dermatit lezyonları el ayası büyüklüğüne yakın olup, kırmızı-kahverengi bir eritem ve bunun üzerinde yağlı, sarı skuamlar bulunur. Seçtiği ye-rler saçlı deri, kaşlar yüzün orta kısmı, göz kapaklarının serbest kenarları, özellikle burun kanatları, bıyık bölgesi, kulak arkaları, dış kulak yolları, koltuk altları, sternal bölge, meme altı kıvrımları, inter skapular bölge, göbek, kasıklar, intergluteal bölge ve genital bölgelerdir. Bazen de jeneralize, eritroderma tarzında olabilmekte-dir [1-3,20,21].Günümüzde infantil ve erişkin seboreik dermatitin ayrı antiteler olduğu görüşü yaygındır. Erişkin tipte saçlı deri, saç çizgisi, kaşlar, glabella, nazolabial oluklar, kulaklar, dış kulak yolu ve göğüs dekoltesi en sık tutulan alanlardır. Gövdede ise en sık presternal alanda gözlenir. İnfantil tip genellikle hayatın ilk aylarında etki-lidir. Karakterisitik olarak ilk önce saçlı deri tutulumu gözlenir. Saç dökülmesi yapmaz. Halk arasında “konak” olarak adlandırılır. İntertiginöz alanları tuttuğunda sekonder olarak kandida ve S.aerius enfeksiyon yapabilmektedir. Bazen bebeklerde seboreik lezyonları aniden yayılarak eritrodermi oluşturan, anemi, ishal, kusma gelişme geriliği ve lenfadenopatinin eşlik ettiği Leiner hastalığı gözlenebil-ir. Bu hastalarda C5 eksikliği ve nötrofil fonksiyon bozuklukları bildirilmiştir [1-3,20].
Histopatoloji
Spesifik değildir. Hastalığın akut, subakut ve kronik dönemlerine göre değişmekle birlikte hafif akantolitik epidermis, hiperkeratoz, parakeratoz, spongioz ve dermiste nötrofilik perivasküler infiltra-syon görülebilir [3,22] .
Ayırı Tanı
Ayırıcı tanı tuttuğu bölgeye göre değişmektedir. Saçlı deri yerleşiminde pitiriazis, psoriasis, atopik dermatit, impetigo, kulak kanalını tuttuğunda psoriasis, alerjik yada irritan kontakt dermatit, yüzü tuttuğunda rozase, kontakt dermatit, psoriasis, impetigo, gövdeyi tuttuğunda pitiriyazis versikolor, pitiriyazis rosea, göz kapaklarını tuttuğunda atopik dermatit, psoriasis, demodex folli-culorum infeksiyonu, intertriginöz bölgelerde ise psoriasis ve kan-didiyazis ile ayırıcı tanısının yapılması gerekmektedir [3,20].
Tedavi
Antifungal tedaviler seboreik dermatit patogenezinde yer alan P.ovale’yi sayıca azalttıklarından tedavide etkili bulunmuşlardır ve antifungal tedavi bu hastalıkta primer tedavi seçeneğidir. [23] Genellikle topikal tedavilere cevap veren hastalık bazen tedaviye rağmen artmakta kişinin günlük performansını etkilemekte ve siste-mik ilaçlara gerek duyulmaktadır. Hastalara öncelikle anlatılması gereken hastalığın nükslerle seyreden bir dermatoz olduğudur. Hastalığın kronik seyri, tedavide kullanılan ajanların tam iyilik hali gösterememesi klinisyenleri farklı ilaç ve kombine tedavi uygulamalarına yönlendirmektedir.
Topikal Tedavi: I-Skalp lezyonlarında tedavi: Tentürler, alkolik solüsyonlar, saç tonikleri ve benzer ürünlerden kaçınılmalıdır. Sal-isilik asid, benzoil peroksit, çinko pirityon, selenyum sülfid içeren şampuanlarla sık yıkama kepeğe cevap vermektedir. Çinko pirityon malassesia sayısını azaltmakta, hücreler arası aşırı lipid düzey-lerini azaltmaktadır. Katran özlü şampuanlar faydalıdır, fakat ilave topikal tedaviler genellikle gereklidir. İmidazol derivesi olan keta-konazol ve flukonazol içeren şampuanlar diğerlerinden daha etki-lidir. Şiddetli vakalarda topikal steroid kullanılması gerekir. Topikal steroid ve ketakonazol şampuanın birlikte kullanıldığında daha hızlı alınan sonuçlar da bildirilmektedir [24,25]. Seboreik dermatitin saç ve yüz lezyonlarında dihidroksikolekalsiferol kremin etkinliğini gösteren çalışmalar mevcuttur [26,27, 28].II-Yüz lezyonlarında tedavi: Alkolik solüsyonlardan, traş önc-esi ve sonrası losyonlardan kaçınılmalıdır. Kremler genellikle kozmetik açıdan gereklidir. Yağlı maddeler folikülde oklüzyon yaptığından durumu kötüleştirirler. Yüz lezyonlarında kortiko-steroidler uygulanmalıdır. Düşük potensli %1’lik hidrokortizon krem çok etkilidir Lokalize inatçı göz kapağı lezyonlarında topikal sülfasetamid krem ya da sülfasetamidle birlikte topikal steroid kullanılabilir. %2 ketakonazol krem [29] ve metranidazol jel [30] verilebilmektedir. Seboreik dermatitin yüz lezyonlarının %1’lik topikal pimekrolimus ile başarılı bir şekilde tedavi edildiğini bil-diren vakalar mevcuttur [31-33]. %1 terbinafin kremin de etkili olduğunu gösteren çalışmalar da mevcuttur [34]. Düşük doz ditra-nol de yüz lezyonlarında etkili bulunmuştur [35]. Topikal kullanılan %8 lityum süksinat krem seboreik dermatit lezyonlarının tedavis-inde kullanılmış ve tedavi sonrasında relaps oranının çok düşük olduğu tespit edilmiştir [36]. Lityum süksinat kremi AİDS ilişkili seboreik dermatitin yüz lezyonlarını geçirmektedir.III-Gövde lezyonlarında tedavi: Bu morfolojik varyantın tedavisi güçtür. İmidazol derivesi olan %2 ketakonazol krem ve kombine steroid tedavisi etkilidir [3]. Baş, boyun ve gövde lezyonlarında topikal takrolimus etkili bulunmuştur [37]. Topikal kullanılan sik-loproksalaminin hayvan deneylerinde olduğu gibi insanlarda da an-tiinflamatuvar yolla etkili olduğu bildirilmektedir [4,38]. Şiddetli seboreik dermatitli hastalar için darbant UVB fototerapisi çok etkili ve güvenli tedavi seçeneği olarak görünmektedir. Tedavi haftada üç kez tüm lezyonlar geçinceye kadar ya da maksimum sekiz hafta verilmektedir [39].
Sistemik Tedavi: Topikal tedaviye dirençli, şiddetli vakalarda siste-mik steroid [2] ve izotretinoin [3] verilebilir. İzotretinoin sebum üretimini azaltır. Kısa süreli oral itrakonazol [40] veya flukonazol şiddetli vakalarda güvenilirdir [20,41]. Oral ketakonazol etkilidir [20]. Günlük 250 mg oral terbinafin seboreik dermatitin tedavisinde faydalı olabilir [20,42]. Terbinafin malassesiaya karşı direkt etkili değil onun büyümesine etkili olup mekanizma da antioksidan-anti-inflamatuvar etki ilişkilendirilmektedir. Sistemik düşük doz oral ni-kel ve bromid tedavisi ile 10 haftada seboreik dermatit lezyonlarının gerilediğini bildiren çalışmalar mevcuttur. Eritrodermik form sebor-eik dermatitte PUVA başarılı bir şekilde uygulanmaktadır [43].
Kaynaklar
1.Braun-Falco O, Plewig G, Wolff HH, Burgdorf WHC.Dermatology. 4th ed. Newyork:Sprenger-Verlag Berlin Heidelberg;1996:487-491.
2.Odom RB, James WD, Berger TG. Seborrheic dermatitis, Psoriasis, Recalcitrant palmoplantar eruptions,Pustular dermatitis, and Erythroderma. In:Andrew’s diseases of the skin 9th ed. Philadelphia: WB Saunders Company, 2000;214-254.
3.Freedberg IM, Eisen AZ, Wolff K et al. Cutane-ous changes in disorders of altered reactivity. In:Fitzpatrick’s Dermatolgy in general medicine 6th ed. Newyork: The McGraw-Hill Companies,2003;1309-1330.
4.Gupta AK, NicolKA. Ciclopirox 1% shampoo for the treatment of seborrheic dermatitis. Int J Dermatol 2006;24:68-69.
5.Ro BI, Dawson TL. The role of sebaceous gland activ-ity and scalp microfloral metabolism in the etiology of seborrheic dermatitis and dandruff. J Investig Derma-tol Symp Proc. 2005 Dec;10 [3]:194-7.
6.DeAngelis YM, Gemmer CM, Kaczvinsky JR et al. Three etiologic facets of dandruff and seborrheic dermatitis: Malassezia fungi, sebaceous lipids, and individual sensitivity. J Investig Dermatol Symp Proc. 2005 Dec;10 [3]:295-7.
7.Cowley NC, Farr PM, Shuster S. The permissive effect of sebum in seborrhoeic dermatitis: an explanation of the rash in neurological disorders. Br J Dermatol. 1990 Jan;122 [1]:71-6.
8.Mastrolonardo M, Diaferio A, Logroscino G. Sebor-rheic dermatitis, increased sebum excretion, and Par-kinson’s disease: a survey of [im]possible links. Med Hypotheses. 2003 Jun;60 [6]:907-11.
9.O’Neill CJ, Richardson MD, Charlett A. Et al. Could seborrhoeic dermatitis be implicated in the pathogen-esis of parkinsonism? Acta Neurol Scand. 1994 Apr;89 [4]:252-7.
10.Johnson BA, Nunley JA. Treatment of seborrheic der-matitis. Am Fam Physician 2000;61:2703-10,2713-4.
11.Aly R, Katz HI, Kempers SE, et al. Ciclopirox gel for seborrheic dermatitis of the scalp. Int J Dermatol 2003;42:10-22.
12.Bergbrant IM, Andersson B, Faergemann J. Cell-mediated immunity to malassezia furfur in patients with seborreic dermatitis and pityriasis versicolor. Clin Exp. Dermatol 1999;24:402-406.
13.Dunic I, Vesic S, Jevtovic DJ. Oral candidiasis and seborrheic dermatitis in HIV-infected patients on highly active antiretroviral therapy. HIV medicine 2004;5:50-54.
14.Keipert JA. Oral use of biotin in seborrhoeic derma-titis of infancy: a controlled trial. Med J Aust. 1976 Apr 17;1 [16]:584-5.
15.Inaloz HS, Kirtak N. Seboreik dermatitin patogenezi ve tedavisi. Turkiye klinikleri J Med Sci 2002;22:239-244.
16.Maietta G, Fornaro P, Rongioletti F et al. Patients with mood depression have a high prevalence of seb-orrhoeic dermatitis. Acta Derm Venereol 1990; 70: 432–434.
17.Barba A, Piubello W, Vantini I et al. Skin lesions in chronic alcoholic pancreatitis. Dermatologica 1982; 164: 322–326.
18.Cribier B, Samain F, Vetter D et al. Systematic cu-taneous examination in hepatitis C virus infected pa-tients. Acta Derm Venereol 1992; 72: 454–455.
19.Clift DC, Dodd JH, Kirby JD et al. Seborrheic derma-titis and malignancy. An investigation of the skin flora. Acta Derm Venereol 1988; 68: 48–52.
20.Gupta AK, Bluhm R. Seborrheic dermatitis. J Eur Acad Dermatol Venerol 2004;18:13-26.
21.Schwartz RA, Janusz CA, Janniger CK. Seborrheic dermatitis: an overview. Am Fam Physician. 2006 Jul 1;74 [1]:125-30
22.Lever WF. Seborrheic dermatitis. Histopathology of the skin. 6th ed.Lippincott Company, 1983:99.
23.Sei Y, Nakabayashi A. Seborrheic dermatitis. Nip-pon Ishinkin Gakkai Zasshi. 1999;40 [2]:73-7.
24.Lebwohl M, Plott T. Safety and efficacy of ciclopirox 1% shampoo for the treatment of seborrheic der-matitis of the scalp in the population:Results of a double-blind, vehicle-controlled trial. Int J Dermatol 2004;43:17-20.
25.Gupta AK, Nicol KA. Seborrheic dermatitis of the scalp: etiology and treatment. J Drugs Dermatol. 2004 Mar-Apr;3 [2]:155-8.
26.Basak PY, Ergin S. Comparative effects of calcipot-riol and betamethasone 17-valerate solution in the treatment of seborrhoeic dermatitis of the scalp. J Eur Acad Dermatol Venereol. 2001 Jan;15 [1]:86-8.
27.Berth-Jones J, Adnitt PI. Topical calcipotriol is not effective in facial seborrhoeic dermatitis. J Dermatolog Treat. 2001 Sep;12 [3]:179.
28.Seite S, Rougier A, Talarico S. Randomized study comparing the efficacy and tolerance of a lipohydroxy acid shampoo to a ciclopiroxolamine shampoo in the treatment of scalp seborrheic dermatitis. J Cosmet Dermatol. 2009;8(4):249-53.
29.Gupta AK, Kogan N. Seborrhoeic dermatitis: current treatment practices. Expert Opin Pharmacother. 2004 Aug;5 [8]:1755-65.
30.Siadat AH, Iraji F, Shahmoradi Z et al. The efficacy of 1% metronidazole gel in facial seborrheic derma-titis: a double blind study. Indian J Dermatol Venereol Leprol. 2006 Jul-Aug;72 [4]:266-9.
31.Cunha PR. Pimecrolimus cream 1% is effective in seborrhoeic dermatitis refractory to treatment with topical corticosteroids. Acta Derm Venereol. 2006;86 [1]:69-70.
32.Crutchfield CE. Pimecrolimus: a new treatment for seborrheic dermatitis. Cutis. 2002 Oct;70 [4]:207-8.
33.Cicek D, Kandi B, Bakar S, Turgut D. Pimecrolimus 1% cream, methylprednisolone aceponate 0.1% cream and metronidazole 0.75% gel in the treatment of seborrhoeic dermatitis: A randomized clinical study. J Dermatolog Treat. 2009;1:1-6.
34.Gunduz K, Inanir I, Sacar H. Efficacy of terbinafine 1% cream on seborrhoeic dermatitis. J Dermatol. 2005 Jan;32 [1]:22-5.
35.Wolbling RH, Schofer H, Milbradt R. Treatment of seborrheic dermatitis with low-dosage dithranol. Hau-tarzt. 1985 Sep;36 [9]:529-30.
36.Cuelenaere C, De Bersaques J, Kint A. Use of topical lithium succinate in the treatment of seborrhoeic der-matitis. Dermatology. 1993;187 [2]:149-50.
37.Guttman C:Tacrolimus ointment tackles sings of seborrheic dermatitis. Dermatolgy Times: October 1,2002
38.Unholzer A, Varigos G, Nicholls D et al. Ciclopiroox-olamine cream for treating seborrheic dermatitis: a double-blind paralel group comparison. Infect 2002 Dec;30 [6]:373-6.
39.Pirkhammer D, Seeber A, Honigsmann H, Tanew A. Narrow-band ultraviolet B [ATL-01] phototeraphy is an effective and safe treatment option for patients with severe seborrheic dermatitis. Br J dermatol 2000 Nov;143 [5]:964-8.
40.Baysal V, yildirim M, Ozcanli C, Ceyhan AM. Itra-conazole in the treatment of seborrheic dermatitis: a new treatment modality. Int J Dermatol. 2004 Jan;43 [1]:63-6.
41.Zisova LG. Fluconazole and its place in the treat-ment of seborrheic dermatitis–new therapeutic pos-sibilities. Folia Med [Plovdiv]. 2006;48 [1]:39-45
42.Cassano N, Amoruso A, Loconsole F, Vena GA. Oral terbinafine for the treatment of seborrheic dermatitis in adults. Int J Dermatol 2002;42:B21-B22.
43.Dahl KB, Reymann F. Photochemotherapy in erythrodermic seborrheic dermatitis. Arch. Dermatol;113:1295,1977.
Download attachments: KATD-116.pdf
Tuncer Sacar, Handan Sacar. Seborrheic Dermatitis. J Clin Anal Med. 2011;2(2):57-60
Citations in Google Scholar: Google Scholar
This work is licensed under a Creative Commons Attribution 4.0 International License. To view a copy of the license, visit https://creativecommons.org/licenses/by-nc/4.0/
The Bronchiectasis Case with an Atypical Presentation
Cantürk Taşçı, Yakup Arslan, Hayati Bilgiç
GATA Göğüs Hastalıkları ve Tüberküloz AD, Ankara, Türkiye
DOI: 10.4328/JCAM.157 Received: 03.01.2010 Accepted: 08.02.2010 Printed: 01.05.2011
Corresponding Author: Cantürk Taşçı, GATA Göğüs Hastalıkları ve Tüberküloz AD, Etlik, Ankara, Türkiye. Phone: +905326460218 E-mail: canturktasci@yahoo.com
A 20 year old male patient was hospitalized with the complaints of left sided pain, cough and sputum expectoration. Postero/anterior chest x-ray showed a large opacity which occupied approximately whole part of the upper lobe of the left lung (Figure 1)…
A 20 year old male patient was hospitalized with the complaints of left sided pain, cough and sputum expectoration. Postero/anterior chest x-ray showed a large opacity which occupied approximately whole part of the upper lobe of the left lung (Figure 1). No pathologic findings determined on physical examination. His general health status, fever, and the other laboratory findings did not support a pneumonia clinic. A thorax CT was obtained. There was a-7 to 8 cm consolidation area next to the pleura with an irregular edge which caused atelectasis of some segments of left upper lobe (Figure 2A, 2B). So we performed an ultrasonography guided transthoracic needle aspiration biopsy. No malignancy was determined. From the beginning of hospitalization antibiotics (claritromycine) were applied. Control chest x-ray (Figure 3) was showed a significant regression of consolidation after approximately 20 days of antibiotic therapy. This regression was also shown on a control thorax CT. Interestingly a cystic bronchiectasis of left upper lobe was presented by this tomography (Figure 4A, 4B).
Download attachments: KATD-157.pdf
Canturk Tasci, Yakup Arslan, Hayati Bilgic. The Bronchiectasis Case with An Atypical Presentation. J Clin Anal Med. 2011;2(2): 10.4328/JCAM.157
Citations in Google Scholar: Google Scholar
This work is licensed under a Creative Commons Attribution 4.0 International License. To view a copy of the license, visit https://creativecommons.org/licenses/by-nc/4.0/
Severe Lung Injury due to a Broken Steel Wire
Adem Güler, Mehmet Ali Şahin, Harun Tatar
GATA Kalp Damar Cerrahi Kliniği, Etlik, Ankara, Türkiye
DOI: 10.4328/JCAM.220 Received: 04.03.2010 Accepted: 01.04.2010 Printed: 01.05.2011
Corresponding Author: Adem Güler, GATA Kalp Damar Cerrahi Kliniği, Etlik, Ankara, Türkiye. Phone: +90 312 304 52 71 GSM: +90 506 531 91 11 E-mail: drademguler@gmail.com
A 72 year old man had presented to our cardiology department with angina pectoris. After coronary angiography, coronary artery bypass surgery was performed with cardiopulmonary bypass using saphenous vein graft to the left anterior descending and the right coronary artery. On post operative 1st day his mediastinal and chest tubes removed, the patient has taken to the service and discharged on post operative 7th day without any complication. On post operative 15 th day the patient has presented to our clinic with dispnea. After first physical examination, respiratory sounds could not be oscultated at the right side of the chest. On X ray graphies; there were pneumothorax at the right side…
A 72 year old man had presented to our cardiology department with angina pectoris. After coronary angiography, coronary artery bypass surgery was performed with cardiopulmonary bypass using saphenous vein graft to the left anterior descending and the right coronary artery. On post operative 1st day his mediastinal and chest tubes removed, the patient has taken to the service and discharged on post operative 7th day without any complication. On post operative 15 th day the patient has presented to our clinic with dispnea. After first physical examination, respiratory sounds could not be oscultated at the right side of the chest. On X ray graphies; there were pneumothorax at the right side. A broken and free tip of the sternal wire was noticed at lateral chest graphy (Figure 1). The patient was operated to fix sternotomy. A severe lung wound was observed due to tip of the broken steel wire after open the chest. The lung injury was repaired with primer suture by 4,0 prolen suture and chest tube was placed into right side of the chest. Sternum has fixed again with 8 sternal wire suture material (Figure 2).
Download attachments: KATD-220.pdf
Adem Güler, Mehmet Ali Şahin, Harun Tatar. Severe Lung Injury due to a Broken Steel Wire. J Clin Anal Med. 2011;2(2):220-220
Citations in Google Scholar: Google Scholar
This work is licensed under a Creative Commons Attribution 4.0 International License. To view a copy of the license, visit https://creativecommons.org/licenses/by-nc/4.0/